![]() |
Son yirmi yılda dünya ve Türkiye ekonomisinde yaşanan değişimler hem kapitalizmin mekandaki eşitsiz gelişimini hem de yerleşim sistemi ile yerleşim merkezleri arasındaki hiyerarşiyi yeniden yapılandırmaktadır. Bu çerçevede Türkiye ekonomisinde ve sanayinin coğrafi dağılımında son yirmi yılda ortaya çıkan değişimlere yönelik ilgi, günümüzde iyice yoğunlaşmış bulunmaktadır. Yeni sanayileşen ülkeler, küreselleşme-yerelleşme, dünya kentleri, yarışan yerellikler, yeni sanayi odakları, Anadolu kaplanları gibi başlıklar altında yürütülen tartışmaları bu kapsamda ele almak olanaklıdır. Sözü edilen yazında dünya ve Türkiye ekonomisindeki değişimi, bir sanayi örgütlenme tarzı olarak fordizmden esnek uzmanlaşmaya (post-fordizm) geçildiği tezi temelinde değerlendiren kuramlara dayanan çözümlemelere ve bunlara dayanılarak yapılan politika önerilerine rastlanmaktadır. Dünya ekonomisinde son yirmi yılda kitlesel üretime dayalı büyük ölçekli fordist sanayilerin gerileyip, esnek uzmanlaşmaya dayalı küçük-orta ölçekli sanayilerin büyük ağırlık kazanmaya başladığını, bunun da kapitalizmin mekandaki gelişimi bakımından azgelişmiş ülkeler ve bölgeler lehine çok büyük fırsatlar doğurduğunu ileri süren esnek uzmanlaşma kuramlarına dayanılarak; KOBİlerin ve Anadolu kaplanları olarak adlandırılan kentlerin, hem Türkiyenin uluslararası işbölümünde daha yukarılara tırmanmasının, hem de bölgeler arası dengesizliklerin giderilmesinin itici gücü durumuna geldiği ileri sürülmektedir. Hatta, medyada Anadolu kaplanları, üniversitelerde de esnek uzmanlaşma teorileri etrafında estirilen rüzgarlara bakılacak olursa, Türkiye ekonomisinin merkezinin tamamen yer değiştirdiği bile sanılabilir. Bu çalışma, Anadolu kaplanları olarak adlandırılan kentlerde ortaya çıkan sanayileşme eğilimleri ile esnek uzmanlaşma kuramlarının tarif ettiği olgular arasında benzerlikler bulunup bulunmadığının sorgulanmasının ötesine geçilerek, yerleşim sisteminin dönüşümüne ilişkin alternatif yaklaşımlar geliştirilmesi gerektiği düşüncesine dayanmaktadır. Çalışmanın temel kabullerinden biri, kapitalist bir ekonomide yerleşim sistemindeki değişimleri çözümlemeye yönelik kuramsal girişimlerin işe sermaye birikim süreçlerinin özelliklerini ele alarak başlaması gerektiğidir. Sermaye birikim süreci ile yerleşim sistemi arasındaki ilişki, sermayenin iç bileşenleri ve sermaye-emek arasındaki hiyerarşik ilişkilerin mekana çeşitli şekillerde yansıması yoluyla ortaya çıkmaktadır. Sermaye birikim sürecindeki değişim kendini, yatırımların ve istihdamın dünyanın ve ülkelerin belli bölgelerinde ve kentlerinde yoğunlaşması; sermayenin iç bileşenleri arasındaki -üretim zincirlerine de yansıyan- hiyerarşik ilişkilerin, yerleşim merkezleri arasındaki hiyerarşiyi de yeniden yapılandırması biçiminde ortaya koyar. Dolayısıyla, kapitalizmin gelişme aşamaları, yerleşim sisteminin dönüşümünde de belirleyici olmaktadır. (Hopkins ve Wallerstein, 2000) Yerleşim sisteminin değişimi, sermaye ve emeğin, buna bağlı olarak da üretim ve tüketimin mekanda yeniden dağılımı anlamına gelir. Bu durum, birikim sürecinin öne çıkardığı sermaye grupları, sektörler ve alt dalları için geçerli yatırım kriterlerinden kaynaklanır. Kısacası büyüyen sermaye grupları, sektörler ve alt dalları bakımından en uygun koşullara sahip yerler gelişirken, diğerlerinin gerilediği görülür. Bu söylenenlerin somut sonucu şudur: Kimlerin hangi sektörlerde ve alt dallarında, hangi ölçekte ve nerede yatırım yapacağı; buralarda kimlerin istihdam edileceği sermaye birikim sürecince belirlenir. Kapitalizm, sermaye sahipleri ile ücretli çalışanlar arasında bir hiyerarşi yaratmakla kalmaz, burjuvazinin kendi içinde de hiyerarşik ilişkiler vardır. Bu, hem dünya ekonomisi düzeyinde emperyalist ülkelerin ulus aşırı şirketleri (UAŞ) ile bağımlı ülkelerin sermaye grupları arasındaki ilişkilerde hem de ulusal ekonomi düzeyinde büyük burjuvazi ile küçük-orta büyüklükteki sermaye grupları arasındaki ilişkilerde çok çeşitli biçimlerde ortaya çıkar. Sermaye birikim sürecinde farklı işlevlerden doğan hiyerarşi; teknolojik, sektörel, mekansal vb. biçimlerde yeniden üretilir. Bu hiyerarşik ilişkinin en önemli sonucu, üretim zincirleri içinde ya da dışında ortaya çıkan fiyat ilişkilerinin büyük sermaye tarafından belirlenmesi ve karın daha büyük bölümüne büyük sermaye tarafından el konulmasıdır. Teknolojik, sektörel ya da mekansal hiyerarşiler bu ilişkilerin büyük sermayenin kontrolünde yürümesini sağlar. Ulusal devletler ve uluslararası örgütler tarafından yapılan düzenlemeler de, iktidar ilişkilerine bağlı olarak bu hiyerarşiyi korumaya yönelik olmaktadır. Bu çalışma sermayenin yeniden yapılanmasındaki eğilimlerin, yerleşim sisteminin dönüşümünün çözümlenmesinde de anahtar işleve sahip olduğu kabulüne dayanmaktadır. Sermayenin yeniden yapılanması süreci de;
Bu çalışmada asıl olarak 1980 sonrasındaki dönemde ortaya çıkan dönüşümlere odaklanılmaktadır. Ancak 1980 öncesi döneme ilişkin tarihsel bir çerçeve kurmadan başlamak büyük bir boşluk doğuracaktı. Bu yüzden çalışmanın birinci bölümü buna ayrıldı. Bu bölüm, geçmiş dönemlerde yapılmış değerli çalışmaların izini sürmek bakımından da önem taşımaktadır. İkinci bölümde, dünyada ve Türkiyede son yirmi yılda yaşanan değişimler ile bunların mekansal yansımaları incelenmektedir. Bu bölümde çeşitli verilerden yararlanılarak mekansal değişimin boyutları ortaya koyulmaya çalışılmaktadır. Daha sonra da, yaşanan sürecin kimi görünümleri üzerinde değerlendirmeler yapılmaktadır. 1) 1980e Kadar Türkiyede Yerleşim Sisteminin Dönüşümü Bu çalışmada, Cumhuriyet döneminde Türkiyenin yerleşim sisteminin evrimini incelerken üç ana aşamadan hareket edilecektir:
Bu dönemleştirmede son iki dönem çok fazla tartışma yaratmayacaktır. 1954 yılı, tarım ve ticaret sermayesinin birikimine dayalı bir modelden ithal ikameci sanayileşmeyle sanayi sermayesi birikimine dayalı bir modele geçişin başlangıcı sayılmaktadır. 1980 yılı ise dışa açılan bir ekonomide tekelleşmenin yoğunlaştığı yeni bir dönemin başlangıcı olarak yaygın kabul görmektedir. Daha tartışmalı olan 1923-1953 döneminin, yerleşim sisteminin evriminde ilk aşama olarak ele alınması olabilecektir. Gerçekten de tek bir başlık altında ele alınan bu dönemde, 1923-1929, 1930-1939, 1940-1945 ve 1946-1953 alt dönemleri farklı sermaye birikim süreçlerinin ve iktisat politikalarının uygulandığı yıllar olmuştur. 1923-1929 ve 1946-1953, 1980lere kadar Türkiyenin en dışa açık olduğu alt dönemler olurken, 1930lu yıllarda dışa kapanılarak devlet öncülüğünde ithal ikameci sanayileşme politikaları izlenmiş, 1940ların ilk yarısında da savaş yıllarının kendine özgü koşulları egemendir. Ancak yerleşim sisteminin evrimi bakımından tek bir başlık altında ele alınmayı haklı kılacak önemli süreklilikler de bulunmaktadır. 1.1. 1923-1953: Ulusal Devletin Oluşma Aşamasında Yerleşim Sistemi Cumhuriyetin ilanı, hem modern bir ulus-devletin kuruluşu ve ulusal bir ekonominin inşası yönünde kalıcı adımların atılması, hem de mevcut sınırların büyük ölçüde çizilmiş olması bakımından yerleşim sisteminin evriminde başlangıç yılı olarak alınmaktadır. Cumhuriyetin Osmanlıdan devraldığı ekonomik yapı için, dünya ekonomisi ile tarım ürünleri ve madenler ihraç edip sınai tüketim malları ithal eden bir yarı-sömürge ülke nitelemesi uygun görünmektedir. 1953 yılına kadar süren dönemde dünya ekonomisi ile eklemlenme biçiminde (tarım ülkesi olmak bakımından) köklü bir değişiklik yaşanmazken, ulusal bir ekonominin inşası ve ulusal bir burjuvazinin yetiştirilmesi bakımından önemli adımlar atılmıştır. Ulusal ekonominin inşası ve burjuvazinin yetiştirilmesi bakımından, asıl olarak devletten aldığı çeşitli imtiyazlara (belediye hizmetleri, ulaşım, enerji, maden vb.) odaklanmış bulunan yabancı sermayeli kuruluşların millileştirilmesi ile burjuvazinin Türkleştirilmesi iki önemli adımdır. Burjuvazinin Türkleştirilmesinde de, özellikle iç ve dış ticarette önemli bir ağırlığa sahip olan gayrimüslim burjuvazinin çeşitli yollarla bu konumundan edilmesi ile tehcir, mübadele vb. uygulamalarla boşalan mülklere el konulması temel mekanizmalar olarak görünmektedir. Özel sermaye birikiminde ithal ikameci sanayileşme döneminin başlayacağı 1950lere kadar bu süreç büyük ölçüde tamamlanmıştır. Ele alınan dönemde sermaye birikiminde ve burjuvazinin oluşumunda iki ana alan, iç ve dış ticaret ile büyük toprak sahipliğidir. Bunlara eklenebilecek olan diğer faaliyetler ise müteahhitlik, imtiyazlı şirketler, bankacılık ve sanayidir. Özellikle sonradan ülkenin büyük holdingleri durumuna gelecek olanların önemli bölümünün bu dönemde ticaretle uğraşanlar ya da üst düzey siyasi ya da yönetsel konumda bulunurken iş hayatına geçenlerden çıktığı görülmektedir (Buğra, 1995:91). 1923 sonrası dönemde oluşmaya başlayan yerleşme sisteminin temel özelliklerinden birini, ulusal devletin kurulması ertesinde ulusal pazarın bütünleştirilmesine dönük çabalar belirlemiştir. Osmanlıdan yarı-sömürge tipi bir ekonomi ve buna uygun olarak hammaddelerin limanlara ulaştırılması amacına uygun olarak planlanmış bir ulaşım ağı (ağaç tipi) devralan Cumhuriyet yönetimi, iç pazarın bütünleştirilmesi çabasına uygun olarak ülkeyi demiryolu ağı ile donatmayı (ağ tipi ulaşım sistemi) öncelikli hedeflerden biri olarak koymuştur (Tekeli, 1981: 370). Zira ülkenin bazı bölgelerinde (Marmara, Ege, Çukurova, Doğu Karadeniz) tarımsal üretim ihracata dönük olurken, başta İstanbul olmak üzere birçok kent, temel tüketim malları bakımından dışa bağımlı durumdaydı. Anadolunun iç ve doğu bölgeleri ise ulaşım altyapısının yetersizliği nedeniyle, ancak yakın kent ve kasaba pazarlarına açılabiliyordu. Ülkenin demiryolu ağı ile donatılması iç pazarın bütünleştirilmesi konusunda önemli bir adım olmuştur (Sönmez, 1992). İkinci olarak, bu dönemde izlenen temel politikalar, Türkiyenin dünya ekonomisi ile bir tarım ülkesi olarak eklemlenmesinin derin izlerini taşır. Ülke, tarımsal ürünler ve madenlerden oluşan hammadde ihraç edip karşılığında sınai ürünler ithal etmektedir. Ülkenin ulaşım altyapısı ve yerleşim sistemi bu işbölümüne uygun olarak kurulmuştur. Kırsal kesimin üretimi, oldukça ilkel durumdaki kara yolu bağlantıları ile demiryolu ağı üzerindeki Anadolu kentlerine, oradan da başta İstanbul, İzmir, Mersin ve Samsun olmak üzere liman kentlerine ulaştırılmaktadır. Sınai ürünler de yine aynı yolla kırsal kesime götürülmektedir. Bu dönemde Anadolu kentleri hem kırsal kesimin ürünlerini toplayıp diğer bölgelere aktarmakta, hem sınai ürünleri kırsal kesime dağıtmakta, hem de küçük sanayi ve zanaatlar, kamu hizmetleri ve özel hizmetleri etki alanındaki kırsal yerleşim merkezlerine sunmaktadır. Bu dönemde kentlerle etki alanındaki kırlar arasındaki bu işbölümü büyük ölçüde oturmuştur. Temelde tarımsal üretimden kaynaklanan artığa ticaret yoluyla el konulmasına dayanan ekonomik yapıda kentler, artığın sermaye birikimine dönüşme alanlarıdır. Dönemin sermaye birikim modeli çerçevesinde İstanbul ile İzmir gibi liman kentlerinde yerleşerek dış ticareti yürüten bir sermaye kesiminin ve onunla kırlar arasında aracılık yapan, Anadolu kentlerinde yerleşmiş bir Anadolu sermayesinin geliştiği söylenebilir. Dönem boyunca tarımda pazara dönük üretimin geliştiği, ulaşım altyapısının kurulduğu, dolayısıyla kırsal kesimin Anadolu kent ve kasabaları üzerinden pazara açılmaya başladığı görülmektedir. Bu durum, kırsal kesimin mal ve hizmet taleplerini karşılayan Anadolu kent ve kasabalarında ekonomiyi canlandırmış, yerel pazara dönük küçük sanayi ve hizmetler de gelişmeye başlamıştır. Bu süreç, özellikle 1945ten sonraki dönemde hızlanmıştır. Gerek tarımdaki mekanizasyon ve üretim artışları, gerekse karayolu bağlantılarının kurulmaya başlanması bakımından ele alınan dönemin son yılları dikkat çekicidir. Bu gelişme, büyük ölçüde kamu yatırımlarının sanayiden tarım ve altyapıya kaydırılması sayesinde gerçekleşmiştir. 1930lu yıllar, uygulanan politikalar ile, ele alınan döneme ilişkin kimi aykırılıklar oluşturmaktadır. 1929 Bunalımı nedeniyle başvurulmak zorunda kalınan ithal ikameci sanayileşme politikaları, yerleşim sisteminin evrimi bakımından da önemli sonuçlar doğurmuştur. Öncelikle, bu dönemde uygulanan ithal ikamesi devlet öncülüğünde, özel sektörün devletin rakibi değil, tamamlayıcısı olması ve yerli girdilere dayalı olma özelliklerini taşır. 1930lu yıllarda kurulan sanayi bazı temel tüketim mallarının ithal edilmesi gerekliliğini ortadan kaldırmıştır. Yatırım yeri olarak demiryolu hattı üzerindeki bazı Anadolu kent ve kasabaları seçilmiştir (Sönmez, 1992). Bu seçimde, Anadoluyu geliştirmek yönündeki güçlü istek kadar İstanbul sermayesi ile Kurtuluş Savaşından kalma soğukluk da etkili olmuştur. Liman kentlerinin seçilmemesindeki bir başka neden, 1930larda esmeye başlayan savaş rüzgarları nedeniyle doğan güvenlik kaygısıdır. Bunlara ek olarak, yönetim kademelerinin il-ilçe temeline oturtularak özellikle il merkezlerinin geliştirilmek istenmesinden doğan çabaları da saymak gerekmektedir. İl merkezleri, yönetim ve kontrol işlevleri yanı sıra eğitim, kültür ve sağlık gibi kamu hizmetleri bakımından da etki alanlarındaki kırsal bölgeler nezdinde çekim merkezleri durumuna gelmiştir (Tekeli, 1972). Sonuç olarak, 1923 sonrası dönemde devletin ekonomik, sosyal ve yönetsel araçları öncelikle ulusal pazarın bütünleştirilmesini hedeflemiştir. Bu politikalar, İstanbulun gerek ekonomi gerekse nüfus yığılması bakımından sahip olduğu büyük ağırlığı bir ölçüde sınırlamıştır. Ancak İstanbulun, ülkenin dışa açılanen önemli limanı olmaya devam ettiği de unutulmamalıdır. Dönem boyunca kentleşme dinamikleri zayıftır. Kentlerde doğan sınırlı orandaki işgücü gereksiniminin karşılanmasında ise Balkan ve Kafkas göçmenleri önemli olmuştur. Bu da, dönem boyunca işçi sınıfının oluşumu bakımından önemli bir renk sayılabilir. Kırdan kente göç ise savaş sonrası dönemde tarımdaki mekanizasyonun etkisiyle başlayacak, sanayileşme ile birlikte hızlanacaktır. 1.2. 1954-1980: İthal İkameci Sanayileşme ve Yerleşim Sistemi Türkiye tarihinde II. Dünya Savaşının bitimi ile başlayan dönem pek çok bakımdan önemli bir dönüm noktası oluşturmaktadır. Ancak bu çalışmada asıl olarak yerleşim sisteminin evrimine odaklanıldığı için ikinci dönem, ithal ikameci sanayileşmenin büyük ivme kazandığı 1954 sonrasından başlatılmıştır. Sermaye birikim süreçleri ve egemen sınıfların şekillenmesi bakımından önemli bir dönüm noktasını oluşturan ithal ikameci sanayileşme, aynı zamanda sermayenin ve emeğin, dolayısıyla nüfusun mekanda yeniden dağılımı bakımından belirleyici yenilikler getirmiş, ülke içindeki nüfus hareketlerine büyük ivme kazandırmıştır (Boratav, 1989:86). İthal ikameci sanayileşme politikalarına yönelinmesine yol açan temel neden, 1945-1953 döneminde dışa açılan ekonominin kısa sürede tıkanmasıdır. Dünya ekonomisi ile tarımcı bir ülke olarak eklemlenen bir yapıda dış dengenin kurulamaması, tüketim malları ithalatının sınırlanarak ithalatı ikame eden sınai yatırımlara yönelindiği yeni bir dönemi başlatmıştır. Bu değişim, dünya ekonomisinin genel gelişme eğilimleri ile de uyumlu idi. Emperyalist ülkeler, bağımlı ülkelerin dış dengeyi kuramaması karşısında 1950lerin ortalarından başlayarak bu ülkelerde doğrudan sanayi yatırımlarına yönelmeye başlamıştır (Gülalp, 1993:34-35). İthal ikameci sanayileşme, gelişmiş ülkelerin bağımlı ülkelerin pazarlarına sızma konusunda geliştirdikleri yeni stratejidir. İthal ikameci sanayileşme, emperyalist ülkeler ile geri kalmış ülkeler arasındaki işbölümünün önemli bir değişime uğraması anlamına geliyordu. Geri kalmış ülkeler dünya ekonomisine artık yalnızca hammadde kaynağı olarak eklemlenmiyor, ithal ikamesine dayanan bir sanayileşme sürecine giriyordu. Teknoloji, yatırım malları ve ara mallarının ithal edildiği, nihai ürünlerin ise ülkede yerli-yabancı sermaye ortaklığı ile üretildiği bir sanayileşme (montaj sanayii) başlıyordu. Özellikle ülkenin dış ticaretini elinde tutan kesimler, ithal ettikleri malları, daha basit teknolojiye sahip olanlarından başlayarak ülkede üretmeye girişiyordu. Bu sınai gelişmenin özelliği, yabancı sermaye ortaklığıyla yine yabancı sermayenin teknoloji, lisans ve markalarıyla kurulması, ithal girdiye bağımlı olmasıdır. Ancak Türkiyede ithal ikameci dönemde yabancı sermaye yatırımları önem kazanmaya başlamakla birlikte, hiçbir zaman beklenen ve davet edilen düzeye de ulaşamayacaktır. Yabancı sermaye yatırımlarının önceki dönemden farklılığı ise, altyapı yerine daha çok imalat sanayiine yoğunlaşmış olmasıdır. 1950lerin ortalarına doğru başlayan ve 1960tan sonra egemen politika durumuna gelen ithal ikameci sanayileşme, egemen sınıf bloğunu da yeniden şekillendirmiştir. 1970lere doğru Türkiyede artık holding biçiminde örgütlenmiş, hemen her sektörde faaliyet yürütebilen, banka sahipliği ile bütünleşen, TÜSİADda bir araya gelmiş, genellikle İstanbulda üslenen, yabancı sermaye ile ortaklık yapan bir büyük burjuvazi oluşmuştur. Türkiyede büyük burjuvazinin oluşum sürecinin temel özelliği, genellikle iç ve dış ticaretten sanayiciliğe ve bankacılığa geçiş biçiminde ortaya çıkması olmuştur (Şen, 1995). Dönemin diğer ekonomi aktörleri devlet ve Anadolunun çeşitli kentlerinde üslenmiş yerel sermayelerdir. Devlet dönem boyunca önemli sınai yatırımlar üstlenmiş, özellikle ara mallarda yoğunlaşmıştır. Liberal iddialarla başa geçen DP iktidarı bile bundan kaçınamamıştır. Dönemin kentsel ve bölgesel gelişme dinamiklerini çözümleyebilmek için devletin yatırım kriterlerinin ele alınması bir zorunluluktur. Zira 1980e gelindiğinde imalat sanayiindeki (25+) istihdamın yüzde 35i, katma değerin de yüzde 43.5i kamu sektöründen kaynaklıydı. Anadolu sermayesi olarak adlandırılan yerel sermayeleri ise sanayide devlet ve büyük sermaye ile girdi-çıktı ilişkilerine girip girmemesine göre gruplandırmak olanaklı görünmektedir. Girdi-çıktı ilişkilerinde iki farklı biçim gözlenebilir: (1) Yerelde üretilen hammaddelerin ilk aşama sınai işlemden geçirilmesinden sonra gerekli yerlere aktarılması, (2) büyük sermaye veya devlet tarafından üretilen yarı-mamul malların montaj vb. işlemlerden geçirilerek yerel-bölgesel pazara sunumu. Bunların dışında, yerel-bölgesel pazara yönelik olan gıda, dokuma, ağaç ürünleri ile taş-toprağa dayalı sanayi gibi küçük ölçekli, küçük sermayeli, düşük katma değerli geleneksel sanayilerde uzmanlaşmış bir kesimin de yaşam alanı bulabildiği, hatta bunlardan bazılarının orta sayılabilecek büyüklüklere eriştiği görülmektedir (Eraydın, 1983; Ercan, 1998). Bunların dışında, yerelde üretilen tarımsal ürünlerin satışına aracılık edilmesi ile sınai ürünler ve tarımsal girdilerin yerele pazarlanmasıtemelinde bir ticaret burjuvazisinin varlığını koruduğu görülmektedir (Tekeli, 1988). Yerel boyutlardaki ticaret burjuvazisinin büyük burjuvazi ile eklemlenmesinde önemli bir yenilik, sınai mallar ticaretine aracılık edilmesinin dönem içinde tarımsal ürünlerin ticaretine aracılık edilmesine karşı baskın duruma gelmesidir. Büyük sermaye ve kamu kesimince üretilen ürünlerin bayiliğinin üstlenilmesi zamanla Anadolu kentlerindeki yerel sermayeler için varlığını koruyabilmenin en önemli yollarından biri durumun gelmiştir. Bunların dışında, inşaat, ulaştırma vb. hizmetlerle uğraşan bir kesim de gelişmesini sürdürmüştür. Sonuç olarak, 1954-1980 döneminde ortaya çıkan ekonomik yapıda üç ana yatırımcı aktör belirmiştir: Devlet, büyük burjuvazi ve yerel burjuvazi. Devlet ve büyük burjuvazi üretim ve meta zincirlerinin genellikle büyük sermayeli yatırım gerektiren, ithal teknolojili, yüksek katma değerli aşamalarında; küçük ve orta büyüklükteki sermaye ise daha küçük ölçekli ve sermayeli yatırımla kurulabilen, emek-yoğun aşamalarında yer almıştır. Küçük ve orta ölçekli sanayi sermayesini de KİTler ve büyük sermaye etrafında gelişen, onlarla yan sanayi vb. biçimde eklemlenenler ile yerel-bölgesel pazara dönük olanlar olarak ayırmak yararlı olacaktır. Zira KİTler ve büyük sanayi etrafında gelişen kesimler asıl olarak bunları izlerken, yerel olarak nitelenen kesimler daha çok pazara ya da hammaddeye yakınlık temelinde kurulmakta, Anadolunun pek çok kentinde ortaya çıkmaktadır. Bu ekonomik yapının yerleşim sisteminin evrimi bakımından en doğrudan sonucu, ithal ikameci sanayinin de İstanbul merkezli olarak kurulmaya başlanması olmuştur. Nitekim dönem boyunca Ankara, Adana, İzmir, Eskişehir, Kayseri gibi kentlerde ilk birikimini sağlayan bir kesimin İstanbula taşındığı gözlenmektedir (Sönmez, 1988; Tekeli, 1978). Büyük sermaye, dışa bağımlı bir ekonomide en iyi yatırım olanaklarının ülkenin dışa açıldığı kentte ortaya çıkması, sanayinin ithal girdilere olan bağımlılığı vb. nedenlerle genellikle İstanbul, Kocaeli ve İzmir kentlerini tercih etmiştir. Bunların dışında Bursa, Ankara, Adana, İçel gibi birkaç kenti daha saymak olanaklıdır. Büyük burjuvazinin uzunca bir süre bu kentlerden başka yerlere -hammadde gibi zorunlu gerekçeler bulunmuyorsa- yatırım yapmakta istek göstermediği görülmektedir. Büyük burjuvazinin bu kentlerde üslenmesi, gerek bunlarla girdi-çıktı ilişkisinde olan küçük ve orta boy sanayinin, gerek hizmet sektörlerinin, gerekse işgücünün bu kentlere yığılmasına yol açmış; kentleşme, çevre vb. sorunların içinden çıkılmaz boyutlara ulaşmasına yol açmıştır. Özellikle ara malları üreten temel KİTler de genellikle sanayinin geliştiği bu havzalarda kurulmuştur. Bu dönemde, sahip olduğu taşkömürü yatakları nedeniyle ağır sanayi yatırımları için seçilen Zonguldak bir diğer önemli il olmuştur. Devlet yatırımlarının yer seçiminde ise bunların bir bölümü için hammaddeye yakınlık, bir bölümü için pazara yakınlık, bir bölümü için de sanayi bölgelerine yakınlık ölçütlerinin geçerli olduğu görülmektedir. Bunların dışında, yer seçiminde yerel sermayenin ve taşra siyasetinin siyasi baskıları da etkili olabilmiştir. Özellikle tırmanan siyasi rekabetin siyasal iktidarları yerel sermayenin ve taşra siyasetinin yatırım taleplerini tatmin etme çabasına sokması, Anadolu kentlerinin büyük bölümünü şu ya da bu ölçüde kamu yatırımına sahip kılmıştır. Bunların arasında KİTlerin belirleyici olduğu; fabrikaların yanı sıra lojmanları, sosyal tesisleri, altyapısı vb. ile KİT kenti denilmeyi hakkeden pek çok örnek ortaya çıkmıştır. Ancak kamu sektörünce gerçekleştirilen sanayi yatırımlarının göreli olarak daha yaygın bir dağılıma sahip olması, bölgesel dengelerin kurulmasına yetmemiştir. Özel sektör yatırımlarının özellikle İstanbul, Kocaeli ve İzmirde yoğunlaşması, bölgesel dengesizliği ve bu kentlerin sorunlarını büyük ölçüde artırmıştır. İthal ikameci dönemde sanayinin ülkede eşitsiz dağılımı, bölgeler arasındaki dengesizliği önemli ölçüde arttırmıştır. 1954-80 döneminin bir başka özelliği, kırdan kente göçün hızının, sanayinin yarattığı istihdam olanaklarından yüksek olması nedeniyle doğan informel sektörün giderek büyümesidir. Tarımda sağlanan verimlilik artışıyla yüksek nüfus artışı nedeniyle kırsal kesimde ortaya çıkan emek fazlalığı, kentlerde ortaya çıkan emek gereksinimine yanıt vermiş, hatta gereksinim duyulanın çok ötesinde bir göç olmuştur. Ortaya çıkan emek fazlalılığının sanayi tarafından emilememesi, büyük bir informel sektörü ortaya çıkarmıştır. Boratavın deyişiyle, küçük burjuvazi ile lümpen proletaryadan ve bu iki kategorinin hem karması hem de onlardan ayrılıkları olan gruplardan oluşan önemli bir kesim ortaya çıkmıştır (1989:92-93). Dönem boyunca büyük sermaye ağırlıklı olarak sanayide yoğunlaşmış, kentler büyük ölçüde küçük burjuvazinin ve yeni kentlilerin damgasını taşımıştır. Kentleşme sürecinin üzerinde durulması gereken bir başka boyutu, sanayileşmenin -yukarıda özetlenen gelişme özellikleri nedeniyle- yalnızca kırdan kente göç olmakla kalmayıp geri kalan bölgelerden, gelişen bölgelere göç biçimini almasıdır. Özellikle ülkenin doğusunda gelişme odakları yaratılamaması bu bölgelerden kaynaklı göçü de ülkenin batısına yöneltmiştir. Aslında henüz 1960ta bu durumun farkına varılmış, bölgesel dengelerin kurulması yönünde politikalar izlenmesi gündeme gelmişti. Ancak bu kaygılar yalnızca kamu kesimi üzerinde bir ölçüde etkili olabilmiş, özel kesimin yer seçiminde İstanbul-Kocaeli hattı ağırlıklı yerini korumuştur. İstanbul-Kocaeli hattının kentleşme ve çevre so runlarının ağırlaşması, arsa maliyetlerinin yükselmesi gibi sorunların büyük boyutlara ulaşması karşısında alınan en etkili önlemler sanayinin yoğunlaştığı havzalardaki çevre illerin kalkınmada öncelikli yöre (KÖY) ilan edilmesi ve buralara organize sanayi bölgeleri (OSB) kurulması; KÖY ve OSBlere yapılan yatırımların çeşitli teşviklerle desteklenmesi olmuştur. Marmara çevresinde Edirne, Tekirdağ, Kırklareli, Çanakkale, Bilecik ve Bolu; Egede Denizli, Uşak ve Afyon; Güneyde ise Gaziantep ve Kahramanmaraş, KÖY statüsüne alınma ve organize sanayi bölgeleri kurulması nedeniyle 1970lerden başlayarak özel yatırımlar için bir ölçüde çekim merkezi olmaya başlayacaktır (Tekeli, 1981; Sönmez, 1992 ve 1998). Ancak KÖY uygulamasının, özel yatırımların ülkenin doğu bölgelerine yönelmesi konusunda herhangi bir olumlu işlev görmediği de not edilmelidir. 2) Türkiyede 1980 Dönüşümü Türkiyede 1980le başlayan dönemde hemen her alanda önemli dönüşümlerin gerçekleştirildiği, bu dönüşümlerin yerleşim sisteminin evrimi bakımından da önemli sonuçlara yol açtığı görülmektedir. Bu bölümde önce Türkiyenin dünya ekonomisiyle eklemlenme biçiminde ve Türkiyenin sınıf yapısında ortaya çıkan gelişmeler üzerinde durulacak, sonra da yerleşim sisteminin evrimine ilişkin nicel verilere dayalı analizler yapılacaktır. Daha sonra da bu dönüşümlerin kimi sonuçları üzerinde değerlendirmelere gidilecektir. 2.1. Sermaye Birikim Süreçlerinde Yaşanan Gelişmeler Türkiye, 1954-1980 döneminde egemen olan ithal ikameci sanayileşme döneminde, sanayinin yüksek oranlı dışa bağımlı yapısı nedeniyle döviz ve dış borç krizleri biçiminde ortaya çıkan dış denge sorunları yaşamıştı. 1958 ve 1970teki IMF anlaşmaları bunun sonucuydu. Bu krizler IMFnin istikrar paketleri ile aşılarak ithal ikameci politikalara devam edilebilmişti. Ancak 1970lerin sonlarındaki kriz, dünya konjonktürü nedeniyle çok farklı sonuçlara yol açtı. 1970ler, dünya ekonomisinde kriz ve yeniden yapılanma dönemiydi. Ulus aşırı şirketler (UAŞ)
ile onların ulus-devletlerinin ve uluslararası örgütlerinin tercihlerinin
egemen olduğu yeniden yapılandırmada, üretim zincirleri üzerinde ortaya
çıkan uluslararası ve sermayeler-arası hiyerarşilerin yeni teknolojileri
içeren öncü sanayiler temelinde yeniden yapılandırıldığı
görülmektedir. Bir başka temel özellik, küreselleşme diye adlandırılan
süreçte, sermaye ve malların ülkeler arasında dolaşımının önündeki engellerin
azaltılması ve sermayenin hareketliliğinin artışıdır. Bu iki temel sürecin,
kapitalizmin dünya üzerindeki eşitsiz
gelişimi ve dolayısıyla saniyinin mekansal farklılaşması üzerindeki temel
etkileri şöyle sıralanabilir:
Gelişmiş ülkelerle azgelişmiş
ülkelerin dünya sanayi üretimindeki paylarının değişimini nicel göstergelerle
ifade etmek gerekirse, 1965te yüzde 85 paya sahip olan gelişmiş ülkelerin
payı 1985te yüzde 82ye gerilemiş, yüzde 8 paya sahip olan azgelişmiş
ülkelerin payı aynı dönemde yüzde 13e çıkmış, yüzde
6ya sahip olan geri kalmış ülkelerin payı da aynı dönemde yüzde 5e düşmüştür
(Gülalp, 1998). Bu dengede 1985ten bu yana da çok büyük değişmeler olmamıştır.
Dolayısıyla sermayenin kazandığı hareketlilikten yola çıkarak abartılı
sonuçlar çıkarmamak gerekir. Öte yandan,
doğrudan yabancı sermaye yatırımlarında görülen mekansal kaymanın, sermaye
hareketlerinin ve yabancı yatırımlarının geniş serbestilere ve güvencelere
kavuşturulması sürecini takip ettiği de unutulmamalıdır.
Türkiye, dünya ekonomisinde yukarıda
ana hatları ile ele alınan değişime uyumu 1980 yılında attığı adımlarla
gerçekleştirmeye başlamıştır. Bu değişim genel olarak ithal ikameci sanayileşmeden,
ihracata yönelik sanayileşmeye geçiş olarak adlandırılmıştır. Bu geçişin
boyutlarını ekonomik göstergeler ile
belirtmek gerekirse, 1978de GSMHye oranı yaklaşık yüzde 10 düzeyinde
olan dış ticaret (ihracat + ithalat) 1988de yaklaşık yüzde 28e, 1997de
de yaklaşık yüzde 38e ulaşmıştır. Tüketim malları ithalatının GSMHye
oranı 1978de yüzde 0.19dan 1988de
yüzde 1.23e, 1997de de yüzde 2.75e ulaşmıştır. Türkiyenin ihracatı
içinde sanayi ürünlerinin payı da 1980de yüzde 36dan 1988de yüzde 77ye,
1997de de yüzde 88e yükselmiştir. Ancak ihracat göstergelerine bakarak
Türkiyenin hızlı bir sanayileşme sürecinden
geçtiği sanılmamalıdır. Türkiyenin 1980 sonrasında başarılı sayılamayacak
bir ekonomik gelişme gösterdiği bilinmektedir. Bir ülkenin gelişmişliğinin
en önemli göstergelerinden biri olan kişi başına GSMH artışına bakıldığında,
1960-80 döneminde OECD ortalamasının
üzerinde artış oranlarına sahip olan Türkiyenin, 1980den günümüze OECD
ortalamasının oldukça gerisinde artış oranları yakalayabildiği görülüyor
(Temel, 1998). Dolayısıyla, Türkiyenin dünya ekonomisi ile eklemlenme
biçimini ve egemen sınıf bloğundaki
değişimleri anlayabilmek için 1980 sonrasındaki ekonomik gelişmeye biraz
daha yakından bakmak gerekiyor.
Türkiye ekonomisinde ana
sektörlerin paylarının değişimi Tablo 1, 2 ve 3ten izlenebilmektedir.
Bu tablolar, 1980 sonrasında tarımdan kopan önemli bir işgücünün hizmetler
sektörüne yöneldiğini, imalat sanayiinin istihdamda önemli bir artış sağlayamadığını
göstermektedir. Kayıtlı işgücünün verildiği Tablo 3ten, imalat sanayiinin
toplam kayıtlı işgücü içindeki payının azaldığı, artışın ise inşaat dışındaki
hizmet sektörlerinde olduğu izlenebilmektedir.
Tablo1: Türkiyede GSYİHnin
sektörel dağılımı
Tablo 2: Türkiyede istihdamın sektörel dağılımı (15 yaş üstü)
Kaynak: Temel (1998) Tablo 3: Türkiyede SSKli istihdamın sektörel dağılımı
SSK verilerinden hesaplanmıştır. 1980de uygulanmaya başlanan ihracata yönelik sanayileşme modelinin Türkiyenin imalat sanayiini nasıl biçimlendirdiğine ilişkin çalışmalar, toplam yatırımlar içinde imalat sanayiinin payının düştüğünü, kamu kesimi imalat sanayiinden çekilirken doğan boşluğun özel kesim tarafından doldurulamadığını, özel kesimin finans, ticaret,inşaat gibi alanlara yöneldiğini, sürecin Türkiye için genel olarak 'sanayisizleşme' biçiminde geçtiğini, ihracata temel olan sanayilerin ağırlıkla 1970lerdeki yatırımlara dayandığını, ihracatta sağlanan artışın iç talebin bastırılması, düşük ücret ve düşük tarım fiyatlarıyla sağlandığını, dışa açılmanın asıl artışı ihracatta değil ithalatta ortaya çıkardığını, sanayinin ithal girdilere olan bağımlılığının azalmadığını, dış borçların büyük artış gösterdiğini, sanayide önemli bir verimlilik artışı sağlanamadığını göstermektedir (Boratav ve Türkcan, 1993; Boratav, 1995; Erlat, 1998:71-72). Bunun sonucunda, OECDnin 1998 verilerine göre, Türkiyenin ihracatının ithalatı karşılama oranı, yüksek teknolojili mallarda yüzde 10, orta-yüksek teknolojili mallarda yüzde 23, orta-ilkel teknolojili mallarda yüzde 77, ilkel teknolojili mallarda da yüzde 225 olmuştur (Kazgan, 1999:181). Bu veriler, Türkiyenin dünya ekonomisi ile emek-yoğun mallar ihracatçısı bir ülke olarak eklemlendiğini çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. İmalat sanayii ele alınırken incelenmesi gereken bir başka veri Türkiyenin sınai üretiminin ne kadarının ihraç edildiğidir. Türkiyenin imalat sanayii üretiminin ihraç edilen kesiminin oranı 1978de yüzde 6 iken, bu oran 1983te yüzde 11e, 1992de de yüzde 18e yükselmiştir (Kepenek ve Yentürk, 1996:323). 1992 sonrasına ilişkin veriler elimizde bulunmamakla beraber bu oranın günümüze kadar önemli bir değişim göstermediği tahmin edilebilir. Büyük sermayeli grupların toplam ciroları içinde ihraç edilen kısmın oranı da 1990ların ortalarına doğru yüzde 10-11 dolaylarında olmuştur (Yalman, 1998:158). Dolayısıyla, Türkiyede 1980 sonrasında imalat sanayiinin ağırlıkla iç pazara yönelik olmaya devam ettiği, ihracata dönük üretim yapan kesimin oranında bir miktar artış bulunmakla beraber, bunun egemen duruma geçmeye henüz çok uzak olduğu görülmektedir. Bu durumun ihracatın sektörel bileşimine nasıl yansıdığına bakıldığında, 1998 verilerine göre Türkiyenin ihracatında en önemli payın yaklaşık yüzde 40 ile tekstil ürünlerine ait olduğu görülmektedir. Türkiyede gerçek anlamda ihracatçı sektör olarak tekstil gelişmiş, bu sektörde toplam üretimin yaklaşık yüzde 80i ihraç edilmeye başlanmıştır. Oysa aynı sektörde 1980lerin başında üretimden ihraç edilen oran yüzde 40ın, toplam ihracat içindeki pay da yüzde 20nin altındaydı (Kalkınma Bankası sektör raporları). Bu gelişmeler, Türkiyenin dünya ekonomisi ile eklemlenme biçiminin emek ya da hammadde yoğun ürünlerde uzmanlaşma biçiminde gerçekleştiğini göstermektedir. Türkiyenin tekstil sektöründe uzmanlaşması ve dünyanın önemli tekstil ülkelerinden biri durumuna gelmesi IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası örgütlerin yönlendirmesi altında gerçekleşmiştir (Boratav ve Türkcan, 1993:125-126). Dışa açılma politikasına yönelen Türkiyede, artan ithalatın gerektirdiği dövizin sağlanabilmesinde bu sektörün önemli bir paya sahip olduğu görülmektedir. Aslında bu da 1970lerde başlayan bir eğilimdir. Dış tıkanma nedeniyle ihracata yönelmeye başlayan Türkiyenin ilk sınai ihraç ürünleri de tekstil ve gıda ağırlıklıydı. Bunların dışında, özellikle 1990lı yıllarla beraber elektrikli-elektriksiz makineler, demir-çelik, otomotiv yan sanayii, kimya gibi ağır sanayi ürünlerinin ihracat içindeki payında da artış görülmektedir (Kazgan, 1999). Türkiyenin ihracat kalemlerine bakıldığında, yukarıda sözü edilen alıcı firmanın yarattığı meta zincirleri ve üretici firmanın yarattığı meta zincirleri biçimlerinin her ikisine de rastlanabilmektedir. 1980 sonrasında Türkiyenin artan dış ticaret açıklarını karşılamakta kullandığı diğer bir sektör turizm olmuştur. Bu sektörlerin kamu politikalarıyla önemli oranda desteklendiği, 1980 sonrasında Türkiyenin yerleşme sisteminde görülen değişimleri anlamak bakımından da özel bir öneme sahip oldukları anlaşılmaktadır. İmalat sanayiinde gerçekleşen gelişmelere bakıldığında, ki bu sanayinin mekansal değişimi, yeni sanayi odaklarının ortaya çıkışı gibi tartışmalara ışık tutacaktır, istihdam bakımından en önemli artışın tekstil ve metal eşya-makine sektörlerinde gerçekleştiği görülmektedir. Gerek DİEnin 10 kişiden fazla işçi çalıştırılan işyerlerini kapsayan imalat sanayii istatistikleri (10+), gerekse SSKnin tüm işyerlerini kapsayan istatistikleri, 1980 sonrasında istihdam bakımından en önemli artışın tekstil sektöründe yaşandığını göstermektedir. DİE verileri (10+), tekstil-deri sektörünün (31) imalat sanayii istihdamı içindeki payının 1980 ile 1996 yılları arasında yüzde 23.7den yüzde 34.3e yükseldiğini; SSK verileri de 1980 ile 1998 yılları arasında yüzde 21.9dan 30.2ye yükseldiğini göstermektedir. SSK verilerine göre metal eşya-makine sektöründe (38)de önemli sayılabilecek bir artış gerçekleşmiş, bu sektörün imalat sanayii istihdamı içindeki payı yüzde 29.1den 34.5e yükselmiştir. İstihdama ve kişi başına katma değer üretim miktarına ilişkin veriler, ihracat verilerinin sonuçlarıyla önemli paralellikler sergilemektedir. İmalat sanayiinde istihdam bakımından gelişme gösteren en önemli sektörler emek-yoğun, düşük katma değerli ya da yüksek katma değerli olsa bile teknoloji rantı tükenmiş sektörlerdir Çalışmanın bu bölümünde ulaşılan sonuçları özetleyecek olursak, Türkiyenin 1980 sonrasında uluslararası işbölümünde daha yukarılara tırmanmasını sağlayacak önemli bir sınai atılım gerçekleştiremediği, gelişmenin ağırlıkla hizmetler sektöründe görüldüğü, imalat sanayiinde dünya ekonomisi ile başta tekstil ve gıda olmak üzere emek ya da hammadde yoğun ürünler ile göreli olarak yüksek katma değerli olsa bile teknoloji rantı tükenmiş ürünler ihraç eden bir ülke olarak eklemlendiği, sanayinin ağırlıkla iç pazara dönük üretime devam ettiği, döviz sağlamak ve istihdam bakımından tekstil ve turizm sektörlerinin öne çıktığı görülmektedir. Kamu sektörünün imalat sanayiindeki öncü konumundan uzaklaştırıldığı bu süreçte, büyük burjuvazinin göreli olarak katma değeri daha yüksek, daha büyük sermaye gerektiren, yabancı ortaklı ve ağırlıkla iç pazara dönük üretimde yoğunlaştığı, küçük ve orta boy işletmelerin bir bölümünün ise emek ya da hammadde yoğun sektörler olan ve döviz kazanmak bakımından büyük öneme sahip olan gıda ve tekstilde uzmanlaştığı görülmektedir. Kısacası, Türkiye imalat sanayiinin ihracata dönük büyümeye geçişte önemli bir başarı sağlayamadığı (Yalman, 1998; Boratav, 1995), 2000li yıllara dönülürken sanayinin büyük bölümünün önemli ölçüde ithal girdiye bağımlı olması bakımından ithal ikameci yapının (ithalata rakip) orta aşamalarında, daha küçük bir bölümünün de ihracata dönük modelin ilk aşamalarında takılıp kaldığı söylenebilir. Bunda, yabancı sermayenin Türkiyeyi önemli bir yatırım üssü olarak görmemesi, yabancı sermaye yatırımlarının büyük ölçüde iç pazarı hedeflemesi de etkili olmuştur. Dolayısıyla, yabancı sermaye yatırımları ile kalkınma umudu son yirmi yılda pek gerçekleşmemiştir. Ancak, bu söylenenlerin sanayinin genel yapısına ilişkin olduğu, buna aykırı örnekler gösterilebileceği de unutulmamalıdır. Türkiye imalat sanayii henüz tam serbestleşmenin sonuçları ile karşılaşmış değildir. Bu nedenle, Türkiye imalat sanayiinin bütünüyle 'emek-yoğun' bir biçime dönüştüğü sanılmamalıdır. Emek-yoğun sektörlerin ağırlığı daha çok ihracat içindedir. Son birkaç yılda serbest ticarete dönük eğilimler güçlendikçe, büyük sermayenin yoğunlaştığı yüksek katma değerli sanayilerde (otomobil vb.) yeni eğilimler belirmeye başlamıştır. Bu süreç, yerli tekellerin UAŞ'ler nezdindeki gücünün sınanması bakımından ilgiye değer görünmektedir. Öte yandan, iç pazarı sürekli olarak daraltmaya yönelik politikaların da yalnızca ihracata dönük sanayinin rekabet gücünü artırma isteğinden kaynaklanmadığı, sanayinin büyük ölçüde ithal girdiye bağımlı yapısı ve koruma önlemlerinin azaltılışı nedeniyle iç talebin yükselişinin dış açıklarda ve borçlarda büyük artış doğurmasının da önemli olduğu not edilmelidir. Zira, sanayide kapasite kullanım oranlarının çok büyük oranda azaldığı yıllarda bile (ki bu aynı zamanda ihracatta başarı sağlanamamasına bağlıdır) iç pazarı daraltmakta ısrar edilmesi, dış dengenin sağlanması için koruma önlemlerine başvurulamamasından kaynaklanmaktadır. 1980 sonrasında burjuvazinin iç bileşenlerindeki dengeler bakımından nasıl bir değişim yaşandığına bakıldığında, sektörel açıdan finans ve ticaret sektörlerinin sanayi ve tarım aleyhine bir ağırlık kazandığı görülmektedir. Ancak, bu söylenenler, yatay ve dikey bütünleşmesini tamamlamış büyük holdingler için geçerli değildir. Büyük sermayeli sanayinin 1980 sonrasında tekelci-oligopolcü fiyatlama sayesinde kar oranlarını önemli oranda artırdığı saptanmaktadır. Sanayi sektörünün finans ve ticaret karşısında gerilemesi daha çok küçük ve orta büyüklükteki sanayi sermayesi için geçerlidir. Dolayısıyla, asıl ağırlık değişiminin büyük sermaye ile küçük-orta ölçekli olanlar arasında yaşandığı anlaşılmaktadır. Bir başka boyut, sermayenin finans, turizm, inşaat, ticaret vb. hizmet sektörlerine yöneliminde önemli bir artış olmasıdır (Boratav, 1995:170-185). Bu son gelişmeyi, büyük sermayenin ihracata dönük sanayileşmede ancak sınırlı bir başarı sağlayabilmesi nedeniyle hizmet sektörlerine yönelmesinin ve ülkeyi faiz ve rant sarmalına sokmasının sonucu olarak görmek gerekir. Sonuç olarak, 1980 sonrası dönemde sermayenin önemli oranda tekelleştiği, özellikle İstanbulda üslenen, holding biçiminde örgütlenmiş, finans, ticaret vb. ayaklarını oluşturmuş, yabancı ortaklı kesimlerinin ağırlığını artırdığı görülmektedir. Bunun yanında, Türkiyenin dünya ekonomisi ile eklemlenme biçiminde yaşanan gelişmelere bağlı olarak, tekstil, gıda vb. emek ya da hammadde yoğun sektörlerde yoğunlaşan, dış pazarlara dönük üretim yapan, küçük-orta ölçekli bir sanayi sermayesi de gelişebilmiştir. Bunlar da kamunun kimi desteklerinden yararlanabilmiştir. Buna karşılık, kamu kesiminin imalat sanayii içindeki yeri önemli oranda gerilemiştir. Yeni yatırımlar önemli oranda azalırken, özelleştirilen pek çok KİTin de kapandığı görülmektedir. Bu bölümden gelecek bölüme aktarılan en önemli girdiler şunlardır. Yerleşim sisteminin dönüşümü, (1) burjuvazinin yapısındaki dönüşüm, (2) Türkiyenin uluslararası işbölümündeki yeni konumu ve sektörel gelişmeler, (3) devletin ekonomik rolündeki değişiklikler çerçevesinde değerlendirilmektedir. 2.2 Yerleşim Sisteminin Dönüşümü Buraya kadar dünyada ve Türkiyede yaşanan dönüşüm ana hatları ile ele alınmaya çalışıldı. Çalışmanın bu bölümünde ise, sözü edilen dönüşümün sanayinin ve işgücünün coğrafi dağılımını, yerleşim sistemini nasıl şekillendirdiği incelenecektir. Bunun için elimizde DİE, DPT ve SSKnin illere göre hazırladığı veri setleri bulunmaktadır. Dolayısıyla, idari bir ölçüt olan il tabanında hazırlanmış bu verilerden yola çıkmak zorunluluğu bulunmaktadır. Verilerin il düzeyinde olması çoğu zaman yararlı olmakta ve zaman içinde ortaya çıkan değişimi karşılaştırma yoluyla görmeye olanak sağlamaktadır. Ancak, bu verilerin il içindeki kent ya da kasabalar düzeyindeki gelişmeleri görmeye olanak vermediği de not edilmelidir. Bu durumun yarattığı en önemli sakınca, bazı illerde il merkezinde ya da bir-iki kent/kasabada önemli bir gelişme görülmesine karşılık il içindeki diğer yerleşim merkezlerindeki gerileme nedeniyle ilin bir bütün olarak yerinde saydığı, hatta gerilediği gibi bir sonucun çıkabilmesidir. Ancak, bu da bir realitedir. İl içindeki bir-iki kent-kasabada görülen gelişmenin ilin Türkiye sıralamasındaki yerini yukarılara taşıyacak bir büyüklükte olmadığını göstermektedir. Ayrıca, son dönemde çok sayıda yeni il kurulması nedeniyle karşılaştırma yapmakta sorunlar doğmaktadır. Bu nedenle, yeni illere ait veriler ayrıldıkları iller içinde gösterilerek bu sorun aşılmaya çalışılmıştır. Ancak, burada da yeni kurulan illerin bazılarının ayrıldıkları iller dışında komşu illerden de ilçe alması durumu nedeniyle sorun doğmaktadır. Fakat, bu tür durumlar birkaç küçük ilçe ile sınırlı olduğu için önemli sapmalara neden olmadığı görülerek ihmal edilebilir nitelikte bulunmuştur. Dolayısıyla, karşılaştırmalar 67 il sistemine dayalı olarak yapılmaktadır. Öte yandan, DİEnin imalat sanayii istatistiklerinde büyük sanayi 1987 öncesinde 25 kişiden fazla işçi çalıştıran işyerleri (25+) olarak ele alınırken, bu tarihle birlikte 10 kişiden fazla işçi çalıştırılan işyerleri (10+) olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Dolayısıyla, 1987 öncesi ile sonrasının verilerinin karşılaştırılabilir olup olmadığı tartışmaya açıktır. Bu çalışmada, en azından belli bir fikir vermek düzeyinde de olsa karşılaştırılabilir olduğu kanısıyla bu karşılaştırma yapılmaya değer bulunmuştur. Karşılaştırılamayacağını düşünenler için de, 1983 ve 1996 tarihli veriler ayrı ayrı incelemeye olanak tanıyacak bir biçimde sunulmuştur. Bu tablo ile ilgili bir başka önemli uyarı, DİEnin illere göre imalat sanayii verilerinin, kendileri ile ilgili bilgilerin açıklanmamasını isteyen firmalar nedeniyle bazı illerin bazı sektörlerinde eksikli olduğudur. Ancak, bunların genellikle küçük firmalar olması, istatistiklerin genel eğilimleri göstermesine engel oluşturmamaktadır. DİE, DPT ve SSK verilerinin bir başka özelliği, gerçek değerlere dayalı olmasıdır. Bu, karşılaştırma yapmayı güçleştiren bir başka durumdur. Bu nedenle, gerçek değer olarak verilen il değerleri Türkiyedeki paylarına dönüştürülmüş, oran olarak hesaplanmıştır. İllerin nüfus, istihdam, GSYİH, imalat sanayii katma değeri gibi verilerinin Türkiyedeki payları biçimine dönüştürülmesi, illerin verili zaman dilimi içindeki durumlarındaki değişmeyi görebilmeye olanak sağlamaktadır. Tablolarda, değişim, illerin Türkiye toplamındaki paylarındaki artış ya da azalış olarak ifade edilmektedir. Ancak, verili zaman içindeki değişim hesaplanmayıp okuyucunun kolayca görebileceği biçimde bırakılmış, böylece aynı tabloda hem illerin payındaki değişmenin, hem sıralamadaki yerinin, hem de Türkiyedeki payının görülebilmesi sağlanmıştır. Bu durumda, payını koruyan illerin Türkiye ortalamasına paralel bir büyüme gösterdiği, payı azalan illerin Türkiye ortalamasının altında, payı artan illerin ise Türkiye ortalamasından hızlı büyüdüğü anlaşılmalıdır. Verilerin sunuluşu konusunda bir başka özellik, illerin sıralanışının artış oranı vb. ölçütler yerine büyüklük sıralamasına göre yapılmasıdır. Bunun nesnel bir değerlendirme için diğer yöntemlere göre daha uygun olduğu kanısı oluşmuştur. Ayrıca, bütün illeri içeren tablolarla incelemeyi zorlaştırmamak kaygısıyla, çeşitli veriler bakımından iller sıralamasında önlerde yer alan illerin verilmesiyle yetinilmiştir. Bunun, Türkiye ekonomisini sürükleyen iller ve bölgelerin görülebilmesi için yeterli olduğu düşünülmüştür. Öte yandan, hem coğrafi bölgelerin kendi içlerinde türdeş olmaması nedeniyle, hem de yazıyı daha fazla uzatmamak için, verileri bir de bölgeler temelinde vermek çok fazla yararlı görülmemiştir. Tablo 4te, ilk iki sütunda illerin Türkiye nüfusundaki payları, üçüncü ve dördüncü sütunlarda toplam SSKli istihdamdaki payları, beşinci sütunda ücretli çalışanların ildeki toplam faal nüfusa oranı, son sütunda da ildeki SSKli istihdam içinde kamunun payı verilmektedir. Bu tablonun ilk beş sütunu illerin istihdam olanakları ve nüfus akımları bakımından çekim merkezi olup olmamasına, dolayısıyla yatırımlar bakımından sahip olduğu gelişmişlik düzeyine, son sütunu ise özel sektör yatırımları bakımından yoksul illere işaret etmektedir. Bu tablo konusunda önemli bir uyarı, illerin ülke nüfusundaki paylarının nüfus hareketlerini değil, nüfus hareketlerinin sonucunu gösterdiğidir. İllerin doğal nüfus artış oranları arasındaki büyük farklılıklar, bazı illerin ülke nüfusundaki payının azalışına karşın göç almasına, bazı illerin de ülke nüfusundaki paylarının artışına karşın göç vermesine yol açabilmektedir. Yazıda tabloları artırmamak kaygısı ile göç verilerine yer verilmemekle beraber, zaman zaman DİEnin göç verilerine dayalı değerlendirmeler yapılmaktadır. Tablo 5te, illerin Türkiye GSYİHsi, tarım, sanayi ve hizmet sektörleri hasılasındaki payları verilmektedir. Bu sütun sayesinde, illerin hem ekonomik yapısının ve gelişiminin hangi sektörlere dayandığı hem de Türkiye içindeki payları görülebilmektedir. Tablo 6da da, imalat sanayiinin alt dallarında katma değer bakımından en yüksek paya sahip iller görülebilmektedir. Bu tablo, sanayi coğrafyasının değişimi, yeni sanayi odakları gibi tartışmaları belli bir veri tabanına oturtmaya olanak sağlamakta, sanayileşen illerin sağladığı aşamanın hangi sektörlere dayandığı, gelişmenin hangi düzeyde olduğu da izlenebilmektedir. Tablo 4: İllerin nüfustaki
ve kayıtlı istihdamdaki payları
DİE ve SSK verilerinden hesaplanmıştır
Tablo 5: İllerin GSYİH
payları
DİE verilerinden hesaplanmıştır Tablo 6: İllerin imalat
sanayii katma değerindeki payları (%) (1983-1996)
DİE verilerinden hesaplanmıştır 1980 sonrası dönüşümlerin en önemli etkilerinden biri, sanayideki gelişmeyi büyük ölçüde İstanbul merkezli büyük sermayenin sürüklemeye başlaması olmaktadır. Dolayısıyla büyük sermayenin yatırım yeri seçimleri, sanayileşen illerin belirlenmesinde en önemli etmendir. Gerek onunla girdi-çıktı ilişkileri içinde olan küçük-orta ölçekli sanayi, gerekse diğer sektörler büyük sermaye yatırımlarını izlemektedir. Bu bakımdan en dikkat çeken iller, İstanbul ve İzmir gibi önemli merkezlerin yakın çevresindeki Tekirdağ, Kırklareli, Sakarya, Bilecik, Eskişehir, Çanakkale, Manisa gibi iller olmuştur. Kocaeli, Bursa, Ankara, Adana ve İçel de bu kategoriye dahil edilmesi gereken illerdir. Bu söylenenler elbette, bu illerdeki sanayinin büyük sermayelilerden ibaret olduğu ve büyük sermayenin bu iller dışında hiçbir yatırımı olmadığı biçiminde değerlendirilmemelidir. Söylenmek istenen, büyük sermayenin yatırımlarının daha çok bu illerde yoğunlaştığı ve bu illerdeki gelişmeyi büyük ölçüde büyük sermayenin yatırımlarının sürüklediğidir. Bu illerden bazılarında önemli bir KİT tabanı da bulunmaktadır. Yabancı sermayeli-ortaklı yatırımlar da genellikle bu illerde toplanmaktadır. İkinci olarak, Türkiyenin dünya ekonomisi ile eklemlenme biçimi küçük-orta ölçekli sermaye ile kurulabilen, dış pazarlara dönük üretim yapılan, tekstil, gıda vb. emek ya da hammadde yoğun sektörlere belli bir gelişme olanağı sağlamıştır. Büyük sermayenin daha az ilgi gösterdiği ve tekelleşme oranlarının daha düşük olduğu bu sektörlerde sağlanan gelişme, emeğin büyük kentlere oranla daha ucuz olduğu bazı illerdeki yatırımlarda etkili olabilmektedir. Bu kategoriye giren sermaye kesiminin bir bölümünün İstanbul, İzmir gibi kentlerdeki orta ölçekli sayılabilecek kesimlerinden, bir bölümünün de bazı Anadolu kentlerinin yerel olarak adlandırılabilecek sermaye kesimlerinden oluştuğu görülmektedir. İstanbul, İzmir gibi kentlerdeki sermaye kesimlerinin, başka nedenlerin yanı sıra ucuz emek arayışıyla yukarıda sayılan çevre illere yöneldiği, İstanbul ve İzmir gibi metropollerin yakın çevresindeki yatırımlardan bir bölümünün bu nitelikte olduğu görülmektedir. İkinci olarak, Anadolu kaplanları olarak adlandırılan grup da bu kategoriye girmektedir. Bu iller, hem ucuz işgücü, hem hammaddeye yakınlık, hem belli bir sermaye tabanına sahip olması, hem de kamunun çeşitli desteklerinden yararlanabilmeleri sayesinde gelişme olanakları yakalayabilmiştir. Yeni sanayi odağı, Anadolu kaplanı gibi adlandırmalar yapılan bu illerden en önemlileri Denizli, Gaziantep, Konya, Karaman, Kayseri ve Kahramanmaraştır. Bu kapsamda değerlendirilen diğer iller Edirne, Uşak, Afyon, Çorum, Adıyaman, Malatyadır. Bu illerden bazıları kayda değer bir sanayiye sahip olmakla beraber Türkiye ekonomisindeki payları çok büyük değildir. Nitekim, bu illerin çoğu net göç vermeye devam etmektedir. Ayrıca, ülkedeki ihracata dönük emek ya da hammadde yoğun sektörlerin tamamen bu illerde toplandığı da sanılmamalıdır. Marmara Bölgesi bu bakımdan da en öndedir. Anadolu kaplanları konusundaki bir başka yaygın kanının aksine, küçük sermayeli sanayilerin sahip oldukları sınırlılıkları aşmakta bulunan yeşil sermayeli holding ve çok ortaklı holding modelleri önemli görünmektedir. Dolayısıyla, hem bu kentlerin sanayilerinde de önemli ölçüde kutuplaşma görülmekte (Erendil, 2000), hem de küçük sermayeli ve küçük ölçekli olmaları sayesinde değil, büyüyebildikleri oranda gelişebilmektedirler. Bu illerde İstanbul merkezli büyük sermayeye ait yatırımlar pek ağırlık taşımamaktadır. Ancak, bazılarında önemsiz görülemeyecek bir KİT tabanı bulunmaktadır. Daha da önemli bir başka boyut ise, bu sanayilerintamamıyla ucuz emeğe dayalı olmasıdır. Bu iller hem çalışan başına katma değer ortalamasında, hem de ücretlerde Türkiye ortalamasının bir hayli altında kalırken, kayıt dışılık, kadın ve çocuk emeği istihdamındaki yüksek eğilimi ile dikkat çekmektedir (Köse ve Öncü, 1998). Dolayısıyla, kitlesel üretim ile esnek uzmanlaşma arasında karşıtlık kuran ve gelişmelerin ikinci grup lehinde olduğunu ileri süren esnek uzmanlaşma, sanayi bölgeleri, ağ tipi ilişkiler vb. teorilerin Türkiyenin Anadolu kaplanı olarak adlandırılan kentlerinin sanayileşmesindeki yeni eğilimleri açıklayabilmekteki gücü sanıldığından çok daha azdır (Taymaz, 1993 ve 1995; Erendil, 2000; Konukman, 1999, Ayata, 1999). Tablo 7: Gelişen illerin çeşitli göstergeler bakımından karşılaştırılması
DİE ve SSK verilerinden hesaplanmıştır. Son yirmi yılda Türkiye ekonomisinin asıl gelişme kutbunu oluşturan Marmara ve Egedeki iller ile bazı çalışmalarda (DPT, 2000; Köse ve Öncü, 1998 ve 2000) Anadolu kaplanları olarak adlandırılan illerin çeşitli veriler bakımından karşılaştırılması Tablo 7de verilmiştir. Tablonun ilk iki sütununda illerin Türkiye imalat sanayii katma değerindeki, üçüncü ve dördüncü sütunlarda imalat sanayii istihdamındaki, son iki sütunda da tüm sektörlerdeki toplam SSKli istihdam içindeki payları verilmiştir. İmalat sanayiine ilişkin verilerden 1983 tarihli olanların 25den fazla işçi çalıştıran işyerlerine (25+), 1996 tarihli verilerin de 10dan fazla işçi çalıştıran işyerlerine (10+) ait olduğunu bir kez daha anımsatmakta yarar olabilecektir. Tablo, Marmara ve Egedeki gelişme kutbu niteliğindeki iller ile Anadolu kaplanlarının Türkiye ekonomisindeki ağırlıklarındaki değişimi açık bir biçimde sergilemektedir. Bu karşılaştırmada en çarpıcı sonuç, birinci gruptaki illerin ikinci gruptaki illere göre 10 kattan fazla katma değer payına sahip olmasıdır. Burada verilmemekle beraber, çalışan başına katma değer ve ücretler bakımından da arada birinci grup lehine büyük farklar bulunduğunun not edilmesi gerekmektedir. Özellikle birinci gruptaki bazı illerdeki yüksek oranlı düşüşler ise çoğunlukla KİT karşıtı politikaların sonuçlarını yansıtmaktadır. Üçüncü olarak, devletin imalat sanayiindeki ağırlığının azalışı, hatta özelleştirilen bazı KİTlerin kapanması sanayinin coğrafi dağılımına etki yapan bir başka gelişmedir. Sahip olduğu sanayi tabanı önemli ölçüde kamu sektörüne dayanan, yerel dinamiklerle sanayileşemeyen, büyük sermaye tarafından da yatırım yeri olarak cazip bulunmayan iller önemli bir gerileme içine girmektedir. Nitekim, ülkenin doğusuna doğru gidildikçe kamu sektörünün ağırlığı ülke ortalamasının oldukça üzerine çıkmakta, özel sektörün payı iyice azalmaktadır. Dolayısıyla, KİTler gerileyen bölgeler bakımından önemlerini korumaktadır. İmalat sanayiine bir bütün olarak bakıldığında, ülke coğrafyasına en yaygın dağılan sektörün gıda olduğu görülmektedir. Gıda dışında, ağaç ürünleri, taş-toprağa dayalı sanayiler ve tekstil de daha çok ile yayılmış durumdadır. Kimya, ana metal, metal eşya-makine ve kağıt sektörleri ise daha dengesiz bir dağılıma sahiptir. Nitekim, ikinci gruptaki sektörlerin birinci gruba göre daha yüksek tekelleşme oranlarına sahip olduğu görülmektedir (Köse ve Yeldan, 1998, 62). İllerin imalat sanayii katma değeri ve istihdamındaki paylarında da, oldukça dengesiz bir dağılım görülmektedir. Özellikle İstanbul, Kocaeli ve İzmir en büyük paya sahip illerdir. İmalat sanayiinde üretilen katma değerin yarıdan fazlası bu üç ildedir. Bu üç ili Ankara, Bursa, Adana ve İçel izlemektedir. Bunlardan sonra gelen iller ise Zonguldak, Tekirdağ, Manisa, Eskişehir, Konya, Kayseri, Denizli, Sakarya, Bilecik, Balıkesir ve Gazianteptir. Ülkedeki sanayi kuruluşları ağırlıkla bu illerde toplanmıştır. Bu iller 1980 sonrasında da genel olarak paylarını korumuş ya da artırmışlardır. Bu kapsamda değerlendirilebilecek bir başka önemli veri, illerin genel bütçe vergi gelirlerindeki paylardır. 1997 verilerine göre, İstanbulun payı yüzde 37.5, Kocaelinin payı yüzde 15.82, Ankaranın payı yüzde 13.42, İzmirin payı da yüzde 8.08dir. Bu dört il, Türkiye genel bütçe vergi gelirlerinin yüzde 75inden fazlasını sağlamaktadır. Kişi başına vergi ödemelerinde de Türkiye ortalamasının üzerinde yer alanlar yalnızca bu dört ildir. Dolayısıyla, Türkiye ekonomisinde büyük ağırlığa sahip olan kuruluşların büyük bölümünün merkezinin bu dört ilde yer aldığı söylenebilir. Bu dört ilin arkasından gelen iller ise Bursa, Adana, İçel ve Antalyadır (DPT). Bu veri de, tekelleşmenin boyutlarına işaret etmektedir. Bunların dışında, Ege ve Akdeniz kıyılarında turizm sektörünün geliştirdiği iller bulunmaktadır. Bu bakımdan en dikkat çekenleri Antalya ve Muğladır. Bu illerin sağladığı gelişme büyük ölçüde turizme dayalıdır. Bunlar dışında, Ege ve Akdeniz kıyılarındaki pek çok kent ve kasaba turizmin sağladığı gelişmeden pay almıştır. Gelişen bu illerin dışında kalan hemen hemen bütün iller gerileme içinde olmuşlardır. Karadeniz, İç Anadolu, Doğu Anadolu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinin payları gerilemiş, kamunun boşalttığı yer özel sektör tarafından doldurulamamıştır. KÖY politikası ne büyük sermayenin bu illere yatırım yapmak üzere harekete geçmesini sağlamaya, ne de yerel sermayelerin önemli bir sınai gelişme göstermesine yetmiştir. Dolayısıyla, istihdam olanakları gerilemiş, önemli oranda göç vermişlerdir. Tablo 4, 5, 6 ve 7 ışığında tek tek bölgelere ve illere bakmakta da yarar bulunmaktadır. Veriler Marmara Bölgesinin Türkiyenin en gelişmiş ve gelişmeye devam eden bölgesi olduğunu ortaya koymaktadır. Bu bölgede 1980 öncesinde daha çok İstanbul, Kocaeli ve Bursada yoğunlaşan sanayinin komşu illere doğru yayıldığını görülmektedir. Dolayısıyla, 1980 sonrasında yerleşim sistemindeki değişimin ilk önemli sonucu, İstanbul merkezli büyümenin çevre illere yayılmasıdır. Bu gelişmede daha çok İstanbul merkezli büyük ve orta ölçekli sermayenin yatırımlarını yakındaki illere kaydırmasının etken olduğu anlaşılmaktadır. Bu gelişme, İstanbul-Kocaeli hattında ortaya çıkan yığılmanın neden olduğu sorunların yol açtığı yeni yatırım yeri arayışına kamunun 1970lerde KÖY ve OSB politikaları ile verdiği yanıtla mümkün olmuştur. Trakyada Tekirdağ ve Kırklareli, Anadolu yakasında da Sakarya, Bilecik, Eskişehir ve Çanakkale büyük sermayeli kuruluşların yatırım yaptığı iller olmuştur. Nitekim, bu iller işçi başına katma değer üretimi bakımından da Türkiyenin önde gelen illeri arasında yer almaktadır. Marmarada yatırım yerlerinin ilki otoyol hattı, ikincisinin de Bursa-Bozüyük-Eskişehir hattı olmak üzere iki ana hatta yoğunlaştığı görülmektedir. Bu illerden Eskişehirin durumu ilginçtir. 1980 öncesinde daha çok yerel sermaye ve KİT ağırlıklı bir sanayiye sahip olan ve ulusal sanayi tezlerine ev sahipliği yapan Eskişehirin 1980 sonrasında İstanbul merkezli büyük sermayenin yöneldiği illerden biri durumuna geldiği görülmektedir. Büyük sermayenin yatırımları, yan sanayi gibi biçimlerde ortaya çıkan küçük ve orta ölçekli yatırımlarla ilişkili olarak gelişmekte, bu illerin yerel sermayelerinin önemli bir bölümü büyük sermaye ile girdi-çıktı ilişkileri kurarak gelişme gösterebilmektedir. Marmara Bölgesindeki illerin imalat sanayiinin alt dallarındaki gelişmelerine bakıldığında, İstanbulun çoğu dalda ülkenin en önemli sanayi merkezi olmaya devam ettiği görülmektedir. İstanbulun payını artırdığı dallar tekstil, kağıt-basım ve kimyadır. Gıda, ağaç ürünleri, taş-toprağa dayalı sanayiler, metal eşya-makine sektörlerindeki yatırımlarda çevre illere yayılma daha belirgindir. Kocaeli, başta kimya, ana metal ve metal eşya-makine olmak üzere ağaç ürünleri, taş-toprağa dayalı sanayilerde yine ülkenin önde gelen illerinden biridir. Bursa, başta tekstil, ana metal ve metal eşya-makine sektörleri olmak üzere gıda, ağaç ürünleri dallarında gelişen il olmaya devam etmektedir. Tekirdağ, tekstil, ağaç ürünleri, kağıt, metal eşya-makine dallarında yatırımlara sahip olmuştur. Kırklarelide taş-toprağa dayalı sanayi en önde gelen dal olup, gıda ve kimyada da önemli yatırımlar gerçekleşmiştir. Sakaryada gelişen dal metal eşya-makine ile ağaç ürünleridir. Bilecik ile Eskişehir metal eşya-makine ile taş-toprağa dayalı sanayiler için çekim merkezi olmuştur. Çanakkale gıda ile taş toprağa dayalı sanayide önde gelmektedir. Balıkesirde öne çıkan sektör de gıda olmuştur. Marmara Bölgesi, hizmetler sektörü bakımından ilginç bir gelişme göstermiştir. Sanayinin çevre illere yayılması eğilimi, hizmet sektörlerine pek fazla yansımamış, hizmetler sektörü yine İstanbul, Bursa gibi kentler merkezli gelişmiştir. Hizmetler bakımından en ilginç örnek Kocaelidir. Sanayi yatırımları bakımından ülkenin önde gelen illerinden biri olan Kocaeli, hizmet gereksinimini İstanbuldan karşılaması nedeniyle hizmet sektörleri sanayiye paralel bir gelişme gösterememiştir. Bu durum, bölgenin illerinin çoğunda görülmektedir. Marmara Bölgesinde son yirmi yılda görülen gelişme bölgenin istihdam ve GSYİH paylarının artmasına yol açmış, nüfus akımları için de çekim merkezi olmasına neden olmuştur. Bölgede dışarıya net göç veren iller Edirne ve Kırklareli ile sınırlı kalmış, diğer iller başta İstanbul, Kocaeli ve Bursa olmak üzere önemli oranda göç almıştır. Özellikle İstanbul, aldığı yoğun göçle, Türkiye nüfusundaki payını 1980 ile 1997 arasında yüzde 10.6dan yüzde 14.67ye çıkarmıştır. Ege Bölgesi ülkenin ikinci gelişen bölgesidir. Bölgenin merkezi, Türkiyenin ikinci önemli limanı olan İzmirdir. İzmir, Türkiyenin en önemli tarım bölgelerinden biri olan Egenin dışa açılan kapısı olmaya devam etmektedir. Bölgenin sanayisi de ağırlıkla İzmirin yakın çevresinde gelişmektedir. İzmire oldukça yakın mesafede olan Manisa, bu yatırımlardan önemli bir pay almıştır. Bölgede imalat sanayii payında önemli artış olan diğer il Denizlidir. İzmir, imalat sanayiinin hemen hemen tüm dallarında önemli bir paya sahip olmaya devam etmektedir. İzmirin en önemli paya sahip olduğu imalat sanayii dalları gıda ve kimya, onları izleyen dallar da kağıt, tekstil, taş-toprağa dayalı sanayi, ana metal, metal eşya-makine ve ağaç ürünleridir. Manisada öne çıkan sektörler, gıda, metal eşya-makine ve taş-toprağa dayalı sanayidir. Büyük sermayeli, yabancı ortaklı yatırımlar da çoğunlukla bu iki ili tercih etmektedir. Denizli ise tekstil sektörü merkezli sanayileşmektedir. Yeni sanayi odağı, Anadolu kaplanı gibi nitelemelere konu olan Denizli, Türkiyenin 1980 sonrasında dünya ekonomisi ile eklemlenme biçiminin en belirgin olduğu illerden biridir. Ancak Denizli kendi içinde kayda değer bir gelişme göstermiş olmakla beraber, ülke ekonomisindeki payı çok büyük değildir. Denizli sanayiinin kanımızca en dikkat çekici taraflarından biri, küçük ve orta boylu firmaların rekabet güçlerini azaltan engelleri aşmak için bir araya gelerek oluşturdukları EGS Holding deneyimidir. Bu bir araya geliş, finansman, pazarlama, ucuz girdi temini, nakliyat gibi konularda önemli kolaylıklar sağlamıştır. Bölgenin içlerinde yer alan Uşak tekstilde, Afyon da taş-toprağa dayalı sanayide sağladıkları küçük artışlarla yeni sanayi odakları arasında sayılmaya başlanmıştır. Ancak, Türkiye ekonomisinde önemli bir paya sahip değildirler. Bölgenin imalat sanayii bakımından gelişme göstermeyen illeri Kütahya, Muğla ve Aydındır. Ancak, Aydın 1980 öncesinde olduğu gibi günümüzde de tekstil sektöründe kayda değer bir paya sahiptir. Öte yandan, Muğla ve Aydın, özellikle turizmde sahip oldukları potansiyeli değerlendirerek hizmetler sektörü ağırlıklı bir gelişme göstermektedir. Ege Bölgesi, sağladığı ekonomik gelişme ile nüfus hareketlerini kendine çekmektedir. Bölgede dışarıya net göç veren iller yalnızca Afyon ve Kütahyadır. Diğer iller, gerek sanayi gerekse turizm başta olmak üzere hizmetler sektöründeki gelişmeleri ile istihdam paylarını artırmış, önemli oranda da göç almışlardır. Ülkenin gelişme gösteren diğer bir bölgesi olan Akdeniz Bölgesini iki alt bölgeye ayırmak gerekmektedir. Batıda Antalya yine turizm merkezli olmak üzere önemli bir gelişme sağlamıştır. Antalyanın GSYİH payına bakıldığında artışın ağırlıkla hizmetler sektöründen kaynaklandığı görülmektedir. Isparta ve Burdur ise gerilemektedir. Antalya artan istihdam olanakları ile en fazla net göç alan illerden biri olurken, Isparta ve Burdur net göç vermektedirler. İmalat sanayii bakımından asıl önemli olan Doğu Akdeniz Bölgesidir. Özellikle Adana ve İçel 1980 öncesinde de ülkenin önemli bir sanayi bölgesiydiler. 1980 sonrasında Adana ve İçelin gerek katma değer gerekse istihdam oranları bakımından imalat sanayii içindeki paylarında gerileme görülmektedir. Ancak yine de ülkenin önemli sanayi kentleri olmayı sürdürmektedirler. Adananın 1980 öncesinde gıda ve tekstilde sahip olduğu büyük ağırlığı bir ölçüde yitirdiği, İçelin de benzer biçimde kimya ve tekstildeki payında gerileme olduğu görülmektedir. Bu illerin, ülkenin en büyük holdinglerinden bazılarını çıkardığı, ancak bu holdinglerin 1980 sonrasında İstanbul merkezli yatırım stratejileri izlediği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, Çukurova illerinin, 1980 sonrasında büyük sermaye gruplarının yatırımlarından daha az pay alabildiği, bölgenin daha çok küçük ve orta boy işletmeler ağırlıklı bir gelişme izlemeye başladığı gözlenebilmektedir. Ancak, bu iki ilin gelişme eğilimini sürdürdüğü, büyük oranda da göç aldığı görülmektedir. Bu iki ilin gelişmesi sanayi ağırlıklı olmaktan hizmet sektörleri ağırlıklı olmaya başlamıştır. Adana ve İçel imalat sanayiinde gerilerken, bu illerin art bölgesi olan Gaziantep ve Kahramanmaraşta gelişme görülmektedir. Bu iki ilin gelişme sağladığı en önemli imalat sanayii dalı tekstildir. Aslında biraz daha iç bölgedeki Kayseri ve Malatya da dahil edilirse, Çukurova merkezli bu bölgenin özellikle tekstilde ülkenin önemli sanayi bölgelerinden biri olmaya devam ettiği, ancak gelişmenin kıyıdan içlere taşındığı görülmektedir. Kayseri tekstilde 1980 öncesinde sahip olduğu ağırlığı korumakta, ağaç ürünlerinde de büyük gelişme göstermektedir. Malatya ise, 1980 öncesinde kamu sektörü ağırlıklı olmak üzere gıdada sahip olduğu büyük ağırlığı yitirmekle beraber bölgenin kayda değer sanayi yatırımlarına sahip illerinden biri durumundadır. Bölgedeki nüfus hareketleri incelendiğinde, Adana ve İçelin en fazla göç alan iller olduğu; doğal nüfus artış oranları yüksek olan Hatay, Gaziantep ve Kahramanmaraşın ise net göç verdiği görülmektedir. Bu bölgenin imalat sanayii içinde en önemli ağırlığı tekstil sektöründedir. Bölgenin, ülkenin en önemli pamuk üretim alanı olduğu anımsandığında, tekstil sektöründeki önemli konumunu koruyacağı beklenmektedir. Otoyol sayesinde gelişen ulaşım olanakları ve GAPın sağladığı tarımsal ürün artışı ile birlikte değerlendirildiğinde, Çukurova ve GAP bölgelerinden Kayseri, Malatya gibi biraz daha iç bölgelerdeki illere uzanan bir ekonomik havzanın oluşmakta olduğu görülmektedir (Ayata, 1999; Sönmez, 1998). Ayrıca, Kuzey Irakı istikrara kavuşturmaya dönük planların başarıya ulaşması durumunda, K. Irakın hızlı trenle Diyarbakır, Adıyaman ve Kahramanmaraş üzerinden İskenderun Limanına bağlanması yönünde projeler bulunmaktadır. Güneydoğu illerinin göstergeleri de, GAPın tarım hasılasında önemli bir artış sağladığını göstermektedir. Sanayi paylarındaki artışın Gaziantep dışında enerji yatırımlarından kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bölgedeki olağanüstü koşulların neden olduğu güvenlik harcamaları ve GAP projesi inşaatlarının da hizmetler sektöründe artışa yol açtığı görülmektedir. Dolayısıyla, bu bölgedeki asıl kalıcı artış tarımdan kaynaklanmaktadır. Nüfus gelişmelerine bakıldığında, bölgenin ülkenin en yüksek doğal nüfus artış oranlarına sahip bölgesi olduğu, yüksek oranlarda göç verdiği görülmektedir. Ankara İç Anadoluda en önemli merkez olmayı sürdürmektedir. İmalat sanayiindeki payını da artıran Ankaranın sahip olduğu en önemli imalat sanayii dalları, metal eşya-makine, ağaç ürünleri, kimya, bunları izleyen dallar da gıda, taş-toprağa dayalı sanayi, kağıt-basım ve ana metal sanayiidir. Konya, başta gıda ve ana metal sanayii olmak üzere, taş-toprağa dayalı sanayii ve metal eşya-makine sanayiinde yatırımlara sahiptir. Kayseri ve Eskişehir de bölgenin diğer önemli iki ilidir. Ancak, Eskişehir yüzünü daha çok Marmara Bölgesine dönmüş durumdadır. İç Anadolunun özelliği, büyük sermayenin yatırımlarının Ankara ve Eskişehirin dışına fazla yayılmaması, sanayinin ağırlıkla KİT ve yerel sermaye temelli oluşudur. 1980 sonrası gelişmede görülen en önemli özellik, Konya, Kayseri, Karaman, Yozgat gibi kentlerin yeşil sermaye olarak adlandırılan grupların yatırımlarına ev sahipliği yapmasıdır. Yeşil sermaye oluşumunda, küçük ve orta büyüklükteki sermayenin dinsel ilişkileri kullanarak çok ortaklı holdingler biçimine dönüşmesi ve bazı sektörlerde rekabet edebilir konuma gelmesi en fazla dikkat çeken konudur. Öte yandan, yeşil sermaye olarak adlandırılan grupların yerel düzeyden bölgesel düzeye sıçrama yapması da dikkat çekeci bir gelişmedir. Bunlar, çevre illerin KÖY statüsüne alınması gibi faktörlere bağlı olarak yatırımlarını buralara kaydırabilmekte, buralardaki bazı KİTlerin özelleştirilmesinden de pay almaktadırlar. Bu bölgede, merkezi Konya, Kayseri, G. Antep gibi kentlerde olup da Karaman, Yozgat, K. Maraş gibi çevre illerde yatırımlara sahip şirketlere rastlanmaktadır. Yeni sanayi odakları arasında sayılan Çorum ise en önemli gelişmeyi gıda alanında yapmış olup, ülke ekonomisinde önemli bir yere sahip değildir. İç Anadoluya bütün olarak bakıldığında, net göç alan iki il Ankara ve Eskişehirden ibarettir. Diğer iller az ya da çok net göç vermektedirler. Karadeniz Bölgesi, imalat sanayiinde KİT ağırlıklı bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla, 1980 sonrasının KİT karşıtı politikalarından en olumsuz etkilenen bölgelerden biridir. KİTlerin gerilemesi, yerel sermayelerin ise ticaret ağırlıklı bir gelişme göstermesi, bölgenin sanayi bakımından gelişmesini önlemiştir. Bunun sonucunda, istihdam olanakları daralmış, bölgenin illeri önemli oranda net göç vermeye devam etmiştir. KÖY statüsünün yaygınlaşması da sanayileşme yönünde önemli bir etki yapmamıştır. Gelecekte yerel sermayenin öncüleri, daha çok ticaret temelli olup özelleştirmeden pay alan ve ele geçirdiği KİTleri işletmeyi başaranlar arasından çıkacak gibi görünmektedir. Doğu Anadolu Bölgesi, 1980 öncesinde olduğu gibi 1980 sonrasında da sanayi bakımından en yoksul bölge olmaya devam etmiştir. Bölgenin en önemli merkezleri olan Elazığ ve Erzurum hizmet sektörleri ağırlıklıdır. Bölgenin sahip olduğu az sayıda sanayi kuruluşu da ağırlıkla KİTtir. Doğu Anadoluda, imalat sanayi dışındaki istidam olanakları da büyük ölçüde kamu sektörüyle sınırlıdır. 2. 3. Değerlendirmeler Türkiyede 1980le başlayan dönemde gerek dünya ekonomisi ile eklemlenme biçiminde, gerekse burjuvazinin iç dengelerinde önemli değişiklikler ortaya çıkmıştır. Dünya ekonomisi ile eklemlenme biçimi bakımından dışa açılma, ithal ikameci politikalarla sanayileşme çabalarının sona erişi, uluslararası ekonomik işbölümünde emek ya da hammadde yoğun ürünler ihraç eden bir azgelişmiş ülke olarak yer alma özelliklerinin öne çıktığı görülmektedir. Bu çerçevede, dış pazarlara dönük üretim yapan bir sanayi oluşmaya başlamış, bu çerçevede bazı Anadolu kentleri sahip oldukları kimi avantajları kullanarak dönemi belli bir gelişme temposu yakalayarak değerlendirebilmiştir. Ancak, genel olarak ihracata yönelik sanayileşme stratejisinin ilk aşamalarından öteye geçilmekte başarı sağlanamamış, ülke sanayisi ağırlıkla iç pazara dönük olma özelliğini korumuştur. Dış dünya ile eklemlenmedeki bu durum, burjuvazinin iç yapılanmasında tekelci grupların ağırlığını artırışı ile birleşince, sanayinin coğrafi dağılımındaki eşitsizlik iyice artmıştır. Kamunun bölgesel gelişme farklarını dengelemede işlevsiz kalmasıyla birlikte, sınırlı sayıda gelişen il ve bölgeye karşılık ülkenin büyük bölümü gerileme sürecine girmiştir. Sanayinin coğrafi dağılımındaki değişime bakıldığında, devletin imalat sanayiinden çekilmesinin, bölgesel dengesizliği azaltabilecek en temel politika araçlarını ortadan kaldırdığı anlaşılmaktadır. Zira, ülkenin geri kalmış bölgelerindeki imalat sanayiinin önemli bir bölümünün kamuya ait olduğu, özel sektöre ait sanayinin bu bölgelerde iyice azaldığı ve gelişme olasılığının da hemen hemen bulunmadığı görülmektedir. Büyük sermaye yatırımlarını belli bölgelerde yoğunlaştırmaya devam ederken, yerel sermayenin atılım yapabildiği yerler sınırlıdır. Ancak, yeni sanayi odağı olarak adlandırılan illerin gelişiminin geleneksel sanayi kentleri aleyhine olmadığı unutulmamalıdır.Bu illerin Türkiye sanayisindeki payı da pek büyük değildir. Anadolu kaplanları olarak adlandırılan illerde ortaya çıkan esneklik biçimi pasif esneklik olarak adlandırılan işgücü esnekliği (ucuz emek) ile sınırlı olurken, bazı gelişmiş ülkelerde var olduğu ileri sürülen türde aktif esneklik (nitelikli emek, yüksek teknoloji) örneklerine ülkemizde rastlanamamaktadır (Taymaz, 1995:707-715; Ayata, 1999:100; Konukman, 1999). Geleneksel sanayi kentlerinin yakın çevresindeki gelişmeleri büyük ve orta ölçekli sermayenin yeni yatırım yeri arayışları ile, yeni sanayi odağı olarak adlandırılan kentleri ise bir bölümü çok ortaklı holdingler biçimine dönüşen yerel sermayenin düşük katma değerli, küçük-orta ölçekli yatırımları ile açıklamak olanaklı görünmektedir. Bu gelişmeler, ülkenin emek piyasasındaki katmanlaşmaya yeni boyutlar eklemekte, büyük kentler ile Anadolu kentleri arasındaki ücret düzeyleri arasında önemli farklılaşmalar ortaya çıkmaktadır (Köse ve Öncü, 2000). Ancak bu farklılaşmalar, kimi Avrupa ülkelerinde olduğu gibi dirençli bir işçi sınıfı hareketinden değil, büyük ölçüde metropol kentleri ile küçük kentler arasında emeğin yeniden üretim maliyetleri arasındaki farklılaşmalardan doğmaktadır. Anadoludaki yüksek işsizlik oranları önemli oranda yedek işgücü doğurmakta, yakın mesafedeki kasaba ve köylerde bulunan, işyerine günlük olarak gidip gelen, yarı-işçi yarı-köylü nitelikte bir işgücü ortaya çıkarmakta, bu da ücretlerin aşağıya çekilebilmesine olanak sağlamaktadır. Kırdan kente göçün sürmeside ülkedeki emek rezervini sürekli beslemektedir. Ancak, ihracata dönük Anadolu sanayisinin bu ücret düzeylerini bile yüksek bulduğu, dış pazarlardaki rekabet gücünü arttırabilmek için ücretlerin daha düşük olduğu komşu ülkelere yatırım yapmayı bile düşünebildiği görülmektedir (Ayata, 1999:109). Bu durum, büyük sermayenin anılan sektörlere neden fazla ilgi göstermediğini de açıklamaktadır. Öte yandan, sektörel gelişmeler bakımından, hizmet sektörleri tarım ve sanayi aleyhine önemli bir ağırlık kazanmıştır. Tarımdaki gerilemeye paralel olarak kırsal kesime dönük kent ve kasabalardaki hizmet sektörleri de gerilerken, özellikle büyük kentlerdeki hizmet sektörleri önemli oranda büyümüştür. Büyük sermayenin hizmet sektörlerine yönelişi birikim süreçlerinde kentlerin önemini arttırmıştır. Bu durum, önceki dönemde daha çok küçük burjuvazinin damgasını vurduğu kentlerde önemli bir değişim doğurmuş, kentler büyük sermayenin yatırım stratejilerinin açık izlerini taşımaya başlamıştır. Yine dışa açılma sürecinde doğan dış açıkların bir ölçüde de olsa karşılanması konusunda turizm sektörü öne çıkmış, bu da Ege ve Akdeniz kıyılarına yönelik sermaye ve işgücü akımını arttırmıştır. Ancak, ülke ekonomisine bütün olarak bakıldığında sanayileşmede başarılı olunamamasına bağlı olarak, büyük kentlere önceki dönemden armağan olarak kalan informel sektörün büyük bir şişme oluşturduğu, önemli bir nüfusu bünyesine çektiği gözlenmektedir. Bu durum özellikle büyük kentleri etkisine alan gelişmelerden bir başkasıdır. Buna karşılık, Türkiye ekonomisinde egemen olan politikalar, pek çok Anadolu kentini gerileyen bölgeler içine sokmaktadır. Kentten kente göç olarak adlandırılan sürecin altında yatan gelişmelerden biri de budur. Tarımın gerileyişi de hesaba katıldığında, gerileyen bölgelerde yer alan kent ve kasabalarda yer alan hizmet sektörlerinin ve küçük sanayinin yerel pazarın küçülmesine dayalı bir daralma yaşadığı görülmektedir. Daha çok yerel pazara dönük hizmet sektörlerinde yer alan yerel sermaye grupları bu duruma en duyarlı kesimdir. Yerel pazara dönük üretim yapan küçük sanayi de aynı kapsama sokulabilir. Taşra siyasetini de elinde tutan bu kesim, yereldeki tüketim talebini ve istihdam olanaklarını artırıcı arayışlar içine girmektedirler. Yarışan yerellikler olarak adlandırılan olgunun arkasında bunun önemli bir payı vardır. Bunlar, kendi birikimleri ile sanayileşme şansına sahip olmadıklarından, büyük sermayeyi illerine çekebilme çabasına girmekte, en uygun yatırım koşullarını (karşılıksız kamu arazisi tahsisi, teşvikler vs.) sağlamaya çalışmaktadır. KÖY statüsüne alınma, OSB, serbest bölge kurulması yönündeki yerel talepleri bu çerçevede ele almak mümkündür. Ancak, KÖY politikasının sanayinin coğrafi dağılımını yönlendirmesinden çok, sermaye kesiminin teşvik sistemini yönlendirdiği görülmektedir. Dolayısıyla, teşvikli yatırımların büyük bölümü yine gelişmiş bölgelere yapılmış, KÖY politikası bölgesel dengelerin sağlanmasında başarılı olamamıştır (Sönmez, 1998). Öte yandan, imalat sanayiinden çekilen devlet üzerinde de taşra siyaseti aracılığı ile etkide bulunup üniversite, fakülte, yüksek okul, yatılı okul, askeri birlik vb. açılması, il-ilçe-belde kurulması yolu ile yereldeki alım gücünü ve tüketimi büyütecek arayışlar içine girilmektedir. Türkiyede kamu hizmetlerinin büyük bölümünün il, ilçe ya da belde düzeyinde sunulması ve mevcut statüden daha yüksek bir yönetsel statüye geçişin yerleşim merkezine yeni kamu hizmetleri/kurumları/istihdamı getirmek gibi bir sonucu olması, bu arayışların artışına yol açmaktadır. Son yıllarda taşra üniversitelerinin artışı ve il-ilçe-belde sayısındaki patlamanın gerisindeki siyasi faktör budur. Ancak, yarışan yerellikler olgusunun pek de yeni bir gelişme olmadığı da belirtilmelidir. Özellikle tüketime yönelik ekonomik faaliyetlerde bulunan sermaye kesimleri yerel talebi büyütmeye yönelik benzer çabaları geçmişte de gösteriyordu. Değişen, yarışma konuları ve mekanizmalarıdır. Bu çerçevede, yönetim ölçeğinin büyümesi talebinin büyük sermayeden, küçültülmesi talebinin de yerel sermayeden kaynaklandığı söylenebilir (Ayman Güler, 1998). Hükümetlerin taşranın siyasi desteğini korumak için bu tür taleplere karşı tavizkar davrandığı görülmektedir. Yerel sermayenin sanayileşmeyi sağlayamadığı iller-bölgeler büyük sermayeyi çekebildikleri ölçüde gelişme şansına sahiptir. Ancak bunda, çokça söylendiği gibi altyapı en önemli faktör değildir. Geri kalmış bölgelere kurulan ve sayıları hızla artan OSB ve serbest bölgelerin bu illeri sanayileştirmek yönündeki etkisi çok sınırlı kalacaktır. KİTlerin özelleştirilmesine dayalı sermaye transferleri, bazı bölgelerde yerel sermayenin sanayicileşmesinde başlangıç olabilecektir. Ancak, yöreye yeni bir sanayi kuruluşu kazandırmış olmayan bu özelleştirmelerin önemli bir bölümünün de fabrikaların kapanması ile sonuçlandığı, varolan sanayi temelini iyice yok ettiği de unutulmamalıdır. Öte yandan, son on yılda tekelleşmenin yeni bir dalgası perakende ticaret alanında hipermarketler ve süpermarketler biçiminde gelişmektedir. Genellikle nüfusu 100 binin üzerindeki pek çok Anadolu kentinde büyük sermayeli ve yabancı ortaklı hipermarket ağlarının kurulmaya başlanması yerel sermaye birikimi önünde yeni bir engel olarak ortaya çıkmaktadır. Bu eğilim 1970lerde yerel sermaye tarafından durdurulabilmişti (Tekeli, 1978:26-27). Yerel sermayenin günümüzde bunu durdurabilecek güçte olmadığı görülürken, ortak girişimlerin başarılı örneklerine de pek fazla rastlanamamaktadır. Ancak, çok ortaklı holdingler bu alanda da önemli bir paya sahiptir. Küçük-orta ölçekli ticaret sermayesinin bir bölümü ise tekelleşme sürecinde süpermarkete dönüşerek yükselmektedir (Sönmez, 1998:128-137). Büyük sermayenin ürünlerini pazarlama ağında hipermarketlerin ağırlığının artışı, bayilik ağının payını da azaltmaktadır. Bu durum, büyük sermaye - yerel sermaye ilişkisine yansımakta, ticaret üzerinden yerel sermaye birikiminin olanakları daralmaktadır. Öte yandan, hipermarketler, büyük sermayenin, küçük-orta ölçekli sanayi üzerinde fason üretim, tarım üzerinde de sözleşmeli üreticilik yoluyla yeni egemenlik biçimlerini kurmaktadır. Bölgesel dengesizliğin en önemli göstergelerinden biri de tarımda ortaya çıkmakta, tarım hasılasındaki payı artan illerin genellikle ülkenin batı ve güneyinde yoğunlaştığı, ülkenin diğer bölgelerindeki illerin paylarının ise genellikle azaldığı görülmektedir. Boratavı (1991) izleyerek söylenecek olursa, 1980 sonrasında tarım fiyatlarındaki düşüşü sayılan bölgeler verimlilik artışı ile bir ölçüde telafi edebilirken, diğer bölgeler aynı başarıyı gösterememiş, dolayısıyla bu bölgeler daha fazla göç vermiştir. Bu bölgelerin bir bölümünde ortaya çıkan ekonomi dışı nedenlere dayalı göçler de büyük boyutlara ulaşmıştır. Gerileyen bölgelerde, kamunun tarım politikalarında daha aktif önlemler alması gerekliliği doğmakla beraber, bu konuda pek fazla umut ışığı görünmemekte, aksine Dünya Bankası yönlendirmesi altında tarım kesimine yönelik desteklerin azaltılması öngörülmektedir. Bu planların gerçekleşmesi durumunda, kırsal kesimden kaynaklı göçün yeni bir ivme kazanacağı anlaşılmaktadır. Öte yandan, genç nüfusunu büyük ölçüde yitiren kırsal kesimde yakın gelecekte hayalet köylerin sayısında büyük artış gerçekleşeceği de öngörülebilir. Sonuçta, bölgesel eşitsizlik, eşitsizliklerin yeniden üretiminin önemli mekanizmalarından biridir. Bu çerçevede, bölgesel eşitsizliklerin giderilmesine dönük politika arayışları zorunludur. Ancak, bölgesel dengesizliklerin giderilmesi konusunda hemen hemen tek seçenek olarak sunulan Anadolu sermayesi ve KOBİlerin bunu sağlayamayacakları açıktır. SONUÇ Dünya ve Türkiye ekonomisinde
son yirmi yılda ortaya çıkan yeni eğilimler hakkında daha iyimser yorumlar
da bulunmaktadır. Genellikle, fordizm ve post-fordizmi bir sanayi örgütlenme
tarzı olarak ele alan ve dünya ekonomisindeki değişimi fordizmden post-fordizme
geçiş olarak değerlendiren kuramlara dayanılarak yapılan bazı yorumlara
göre, büyük ölçekli, standart mallar üretimi üzerine kurulu sanayi örgütlenmesine
sahip (fordist) eski sanayi bölgeleri gelişmelere
uyum sağlayamayarak hızlı bir gerileme sürecine girerken, kırsal ve azgelişmiş
olarak nitelenen bazı bölgelerde büyük ölçüde özkaynak, yerel girişimcilik,
esnek üretim (post-fordist) teknolojileri ve ilişkileri, dayanışma, güven
ve örgütlenme kapasitesi gibi içselleştirilmiş
faktörlere dayalı olarak gelişen bölgeler (yeni sanayi odakları) ortaya
çıkmaktadır. Buna göre, küçük ve orta ölçekli sanayiler temelinde, ihracata
dönük, sektör-ürün bazında uzmanlaşmış, ağ tarzı ilişkiler kurmuş, değişimi
algılayan, teknolojiyi yenileyen, girişimci,
rekabetçi tarzda bir sanayileşmenin hem ülke ekonomisinin dünya ekonomisi
içindeki, hem de geri kalmış bölgelerin ülke ekonomisi içindeki konumunu
geliştirmesini sağlayacağı ileri sürülmekte, esnek uzmanlaşmaya dayalıulusal
ve bölgesel kalkınma stratejileri önerilmektedir (DPT, 2000:179-181). Hem
Türkiye ekonomisindeki ağırlığının abartıldığı ölçüde büyük olmadığı görülen,
hem de yarattığı toplumsal tablo pek parlak sayılamayan yeni sanayi odakları
olgusuna güzelleme yapmak anlamına
gelen bu kuramların yaşanan süreci çözümlemekte de ciddi kısıtları bulunmaktadır.
Öncelikle, sanayide entegre tesislerin tamamen devre dışı kalması ve üretimin
bazı aşamalarının firma dışına atılması eğilimi genellenebilir nitelikte
değildir. Entegre tesislere yönelme
ya da üretimin farklı aşamalarını parçalayarak alt-sözleşme ilişkileri
kurma seçenekleri sektördeki çeşitli faktörler dikkate alınarak tercih
edilebilmektedir. Bu nedenle söylenenin tam tersi eğilimler de gözlenebilmektedir.
Önemli bir artışın gözlemlendiği alt-sözleşme ilişkilerin kurulduğu durumlarda
da bu ilişkiler genel kural olarak büyük firmaların belirleyiciliğinde
yürümekte, eşitlikçi, dayanışmacı vb. bir yapı arz etmemektedir (Ercan,
1998; Erendil, 2000; Ayata, 1999).
Küçük-orta ölçekli ve sermayeli sanayilerin hangi sektörlerin hangi alt
dallarında gelişebildiği hangilerinde söz konusu bile olmadığı konusunda
bile ayrım yapmaktan kaçınan, analizlerini yalnızca iş örgütlenmesi üzerine
kuran, fordist bantların sanayinin
önemli bir bölümünde daha da esnekleşmiş bir biçimde faaliyetini sürdürdüğünü
göremeyen, sınıf, sermaye birikimi gibi kavramları dışlayan bu yaklaşımların
KOBİlerin ekonomideki gerçek yerini, sermaye yetersizliği vb. sorunlarını
ve diğer kısıtlarını anlayamaması şaşırtıcı
değildir. Fordizmle tekelleşme, esnek uzmanlaşma ve post-fordizmle de
rekabeti örtük biçimde özdeşleştireni, bu nedenle de kapitalizmi Notlar
Kaynaklar
Ayata, S. (1999) Bir Yerel Sanayi Odağı Olarak Gaziantepte
Girişimcilik, Sanayi Kültürü ve Dış Ekonomik Dünya İle İlişkiler, Ekonomide
Durum, 6, 85-112.
|